SELEFİLİK İTİKADI - KONU İÇİN ALTTAKİ LİNKLERİ TIKLAYINI
Z
VEYA YAZILI KONULARI OKUYUNUZ
YAZI DİZİSİ 4 BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR
SELEFİLİK İTİKADI 1. BÖLÜM
SELEFİLİK İTİKADININ ÇEŞİTLERİ - KONU İÇİN LÜTFEN ALTTAKİ LİNKİ TIKLAYINI
Z
http://www.google.com.tr/search?hl=tr&q=TAKL%C4%B0D%C4%B0+SELEF%C4%B0L%C4%B0K&aq=f&aqi=&aql=&oq=&gs_rfai=http://www.google.com.tr/search?hl=tr&q=SELEF%C4%B0L%C4%B0K+%C4%B0K%C4%B0+%C3%87E%C5%9E%C4%B0TT%C4%B0R&aq=f&aqi=&aql=&oq=&gs_rfai=http://www.google.com.tr/search?hl=tr&q=SELEF%C4%B0L%C4%B0K+%C4%B0T%C4%B0KADININ+%C3%87E%C5%9E%C4%B0TLER%C4%B0&aq=f&aqi=&aql=&oq=&gs_rfai=“Selefi”lik İddaları ve Gerçek “Selefilik”
Nisan 11, 2010 yazan Ebu El-Fida
بسم الله الرحمن الرحيم
En güzel hamd ve senalar bizi yaratan ve hidayete erdiren Rabbimize
dir. En güzel salat ve selamlar, o yüce Nebiye H.z Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem'in- üzerine olsun.
Bu küçük risalede, selefilik anlayışının ne manaya geldiğini irdelemey
e çalışacağız. Günümüz de birçok Müslüman; selefilik veya selefi denilince, kendileri
ni selefi diye adlandırmaları, sayılarının çok olması, aynı zamanda birçok okul, enstitü gibi birçok dernek ve müesseselere hatta bir devlete (Suudi Arabistan)sahip olduklarından ve kendileri
ni bu şekilde yani selefi diye tanıttıklarından dolayı ilk akla gelen selefi imajını, bu kısım oluşturmaktadır. Nitekim İnsanlar ve Müslümanlar doğal olarak hakiki selefiler ile bu sahte selefiler
i birbirine karıştırmaktadırlar. Nihayet tabii olarak Müslümanlar bu tür selefiler
in gerçek manada selef akidesine sahip olmadıklarını ve yaşantılarının belirli şeylerden ibaret olduğunu görünce, ister istemez selef anlayışından veya menhecind
en uzaklaşmaya ve hakiki selefiler
i de bu grup selefiler
le karıştırıp beğenmemeye ya da haklı olarak eleştirme yoluna gitmekted
irler. Sonuç olarak; İnsanlar bu tür insanları selefiliğin temsilcil
eri olarak görmeye başlamışlardırlar. Oysaki bu kısım selefiler hakikatte selefilik
le pek alakası olmayan, klasik selefi-telefi- diye adlandırdığımız, selefiliği temsil ettikleri
ni zanneden insanlardır. Bunlar asla hakiki selefilik anlayışını temsil etmemekte
dirler. Bu grubu da Müslümanların arasında, genel olarak Suudi Arabistan(istisnala
r mutlaka vardır elhamdülillah) temsil etmektedi
r. Oysa gerçeğin bundan ibaret olmadığını hep birlikte görmek ve hakikatle
rin ortaya çıkmasını için rabbimden muvaffaki
yet dileyerek başlıyorum.
Selefilik, Kuran ve sünneti sahabe ve tabiin gibi anlayıp, yaşamak manasındadır. Yani ilk dönemde yaşamış Müslümanlara selef denir. Nitekim günümüzde kedini ilk dönem Müslümanlarına nispet eden kişilere selefi denir.
Selef anlayışı bu ümmetin temel taşları ve esasıdır. Rabbimiz, birçoğunu cennetle müjdelemiştir. Bunlar, Rasululla
hın (s.a.v) güzide ashabıdır. Kuran ve Sünneti; sahabe gibi anlayış ve yaşayış tarzıdır. Müslümanların takip etmesi gereken hakiki menhec bu menhecdir
. Bu hak yol olan selef yoludur.
Ayrıca Selef anlayışı, Allah’ın kendileri
nden razı olduğu bir topluluğun da anlayışıdır. Kendisini “Fırka-i Naciye” ve “Taife’t-ül Mansura’ya” nispet eden bir muvahhidi
n takip etmesi gereken yolun da bu yol olduğunu iyi bilmemiz gerekmekt
edir.
Fakat günümüzde bu selefilik diğer birçok kavram ve ıstılahlar gibi yanlış manalar kazandırılarak yukarda da anlatmaya çalıştığımız gibi Müslümanlara yanlış aktarılmakta veya yanlış insanlar bu menheci insanlara tanıtmaya çalıştıkları için yanlış ve olumsuz sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Nitekim bu yol günümüzde Müslümanların gözünde kötü, sanki uzaklaşılması veya ıslah edilmesi gereken bir yol halini almıştır. İşte bunun içindir ki bu iki grup arasında ki yani gerçek hakiki selef anlayışına sahip olan Müslümanlar ile kendini selefi diye adlandıran fakat gerçekte selefilik
le ilgisi olmayan Telefi veya klasik selefi dediğimiz bu güruhun arasındaki farklılıkları ortaya koymaya ve hangi grubun hak üzere ve hangi grubun batıl ile karışık bir yol üzere olduğunu sunmaya çalışacağım, gayret bizden muvaffaki
yet Rabbimizd
endir…
MEVCUD SELEFİLER GENEL OLARAK İKİ KISMA AYRILIRLA
R:
1- (Hakiki Selefi) gerçek selefi.
2- (Taklidi Selefi) klasik selefi veya telefi
Bu iki anlayışında birbirind
en farklı yönleri vardır. Aşağıda ilk olarak Hakiki Selef anlayışına sahip olan ve hemen yanına da diğer - TELEFİ- veya klasik Selefi denilen güruhun anlayışını ortaya koymaya çalışacağım. Bunları kısaca şöylece sıralayabiliriz.
1- Hakiki selef anlayışına göre iman – kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve azaların amelidir. Yani iman; tasdik, ikrar ve ameldir. Bu nedenledi
r ki bir Müslüman kendisini küfre sokan bir söz, inanç veya amelle İslam’dan çıkabilir.
- Telefi anlayışına göre ise: imanın tarifi bazıları tarafından yukarda ki gibi yapılsa dahi, tatbikte böyle değildir. Ayrıca bazıları da imanı sadece tasdik ve ikrar olarak tarif ederler. Dolayısıyla kişinin İslam’dan çıkmasını, kalbi ile helal görme şartına bağlarlar. Yani bir kimse kendini küfre götüren bir amel işlese dahi kalbi ile bu yapmış olduğu amel veya sözü helal görmediği müddetçe kâfir olmaz demektedi
rler. Ve bu anlayışlarıyla da Mürcie fırkasından pek farkları kalmaz.
2- Hakiki selef anlayışında, Kişi tevhidini gerçekleştirdikten sonra, Allah’ın kanunlarının tatbik edilmesi için, İslami bir devletin yeryüzünde hakim kılınması ve yer yüzünde küfrün ortadan kalkması için takip ettiği metot;
A-Islah; İslam anlayışının selef akidesine göre düzeltilmesi.
B-Terbiye; Müslüman fertlerin
in, İslam anlayışına, selef akidesine göre yetiştirilmesi.
C-Tasfiye; selef akidesine ters düşen inanç ve fikirleri
n atılması ve öze dönüş.
D-Tanzim; İslami bir disiplin ve düzenli bir örgütlenme.
E-Hazırlık; İslami bir devlet için gereken temel hazırlıklar
F-Vakti geldiğinde cihad ile olacağına inanırlar.
- Telefi anlayışına göre ise: terbiye ve tasfiyeni
n yani Müslümanların asıl orijinal akide olan, selef akidesine dönmelerinin gerekliliğine ve terbiyeni
n yani fertlerin İslam terbiyesi ile ahlaklandırılmaları ile İslam devletini
n kendiliğinden kurulacağına inanırlar. Tabi ki bu anlayış sünnetüllaha ve Allah resulünün(s.a.v)sünnetine tamamen aykırıdır.
3- Hakiki selef anlayışında, İslami bir devletin yeryüzünde ikame edilmesi ve Allah’ın kanunlarının geçerli kılınması için yapılacak hazırlıkları yerine getirecek, taifetül- mansura ve Fırka-i Naciye özelliklerine sahip olan bir cemaatin bulunması veya kişinin bulunduğu yerde bu grup yok ise bu cemaati kurmak gerekmekt
edir.
- Telefi anlayışına göre ise: İslami bir devlet kurmak için böyle bir cemaatin olması genel olarak bidat olarak görülmektedir. Ayrıca bütün günümüzde ki cemaatler, gerektiği gibi bir cemaat olmadıkları için bidat işlemektedirler. İslami bir toplumun olması ve oluşturulması, İslami bir devletin kurulması için yeterlidi
r.
4- Hakiki selef anlayışında, İslamiyet kemaliyet dinidir. Müslüman kınayıcının kınamasından korkmaz, İslam’ın bütün yönleriyle anlatılması ve yaşanması gerektiğine inanırlar. Yani ubudiyet, rububiyet, esma ve sıfatlarda tevhid, ibadet, ahlak, terbiye, siyaset ve cihad gibi, İslam’ın tümünden bahsetmey
e ve yaşamaya çalışırlar.
- Telefi anlayışına göre ise: Genel olarak bu tip insanların yapmış oldukları zahiri meseleler ve suya sabuna dokunulma
yan meseleler
dir; namaz, abdest ve kabirlerd
eki bidatler vs. pantolon ve sakal gibi şeylerle uğraşırlar. Hâkimiyet ve Tevhidi bozucu unsurlara veya yöneticilerin durumuyla pek ilgilenme
zler.
5- Hakiki selef anlayışında, Tevhid gerçekleştirildikten sonra Müslümanları İslami bir devlete kavuşturacak yegâne vesilenin, cihada hazırlık, şartlar ve hazırlık tamamlandıktan sonra cihada kalkılmasıdır. Bu nedenledi
r ki, yeryüzünde cihad meydanlarında savaşan erlere destek olmak ve onları desteklem
ek farzdır, onlar Allahın dinini müdafaa etmekte ve kelimetul
lahı yeryüzünde hâkim kılmaya çalışmaktadırlar.
- Telefi anlayışına göre ise: Zulme, küfre ve isyana karşı, cihadı bir düşünce yanlıştır. Müslümanların terbiye ve tasfiye ile uğraşmaları gerekmekt
edir.
6- Hakiki selef anlayışında, yöneticilerin İslam’dan çıkmaları, inanç, söz ya da amel ile olur. Eğer yöneticiler İslam’dan çıkmışlarsa, Müslümanların onları indirilme
si ve onlarla savaşması gerekmekt
edir. Nitekim bu düşünce; zalim ve hain yöneticilere baş kaldıranların desteklen
melerini gerekli kılar.
- Telefi anlayışına göre ise: Bir kimse söylemiş olduğu küfür sözü veya işlemiş olduğu küfür ameli ile İslam’dan çıkmaz. Ancak kişi yapmış olduğu veya söylemiş olduğu küfrü helal gördüğü zaman İslam’dan çıkar. Dolayısıyla günümüz yöneticileri; yapmış oldukları şeyleri helal görüyoruz, demedikle
ri müddetçe Müslüman’dırlar hükmünü verirler. Bunun içindir ki yöneticilere karşı ayaklanmış ve baş kaldırmış cihad eden Müslümanlara havariç, fitneci ve terörist demektedi
rler.
7- Hakiki selef anlayışında, Mübarek Suudi Arabistan topraklarına, kendi rejimini ve koltuğunu korumak için kâfir Amerikan askerleri
ni, hicaz topraklarına davet etmek, kişinin küfrü için yeterlidi
r. Dolayısıyla böyle bir yöneticinin meşruiyeti kalmamış ve ona karşı mücadele ve cihad edilmesi gerekmekt
edir.
- Telefi anlayışına göre ise: böyle bir durum yukarda da dediğimiz gibi, kişi bu yapmış olduğu şeyi helal görmediği müddetçe İslam’dan çıkmaz ve nitekim meşru bir yöneticidir.
8- Hakiki selef anlayışında, herhangi bir kimse eğer Müslümanlarla mücadele etmek için uluslarar
ası anlaşmalara imza atar ise bu kâfirdir. Bu kimse ister devlet başkanı ya da cumhurbaşkanı olsun fark etmez.
- Telefi anlayışına göre ise: Bu tür uluslar arası anlaşmalar gereklidi
r. Çünkü ülke güvenliğini tehdit etmekte ve huzura darbe vurmaktadır.
9- Hakiki selef anlayışında, İslam’a savaş açmış, Müslümanları terörist ilan eden ve bütün gücü ile İslam’la savaşan(Suudi Arabistan’ın, A.B.D den yardım alması) bir devletten yardım almak kişinin küfrü için yeterlidi
r.
- Telefi anlayışına göre ise: bir devletin güvenliğini tehdit eden ve diğer saldırgan güçlere karşı böyle bir yardım alınması caizdir ve hatta gereklidi
r.
10- Hakiki selef anlayışında, her insan hata yapabilir ve bu nedenledi
r ki her bir insanın sözü kuran ve sünnete uyduğu müddetçe alınabilir ve uymazsa alınmaz, atılır. İslam da taassubiy
et yoktur. Peygamber
lerden hariç kişiler masum değildir hata yapabilir
ler.
- Telefi anlayışına göre ise: herkesin hata yapabilec
eğini bunlarda kabul ederler fakat bu konuda tatbike gelince başkalarını eleştirdikleri konuda kendileri hataya düşerler ve belirli şeyhlerin ( Elbani / Useymin / Bin Baz / Fevzan ) kitaplarına ve fetvalarına taassup ederler ve bazen de kuran ve sünnetin önüne geçirirler. Hâlbuki kendileri, tasavvufçuları bu konularda çok aşırı bir şekilde eleştirirler.
11- Hakiki selef anlayışında, Şirk ve küfür kanunlarının konulduğu, Allah’ın kanunlarının değiştirildiği meclis ve parlament
olara girmek caiz değildir.
- Telefi anlayışına göre ise: bazılarına göre bu tür meclis ve parlament
olara girmek caizdir.
Sonuç: Ümit ederim ki, “Hakiki Selefi” anlayışı ile “Telefi” anlayışının birbirind
en farklı olduğu anlaşılmıştır.
Muvaffaki
yet Allahtan, hata ise bizden ve şeytandandır…
Rabbim! Bizlere hakkı hak, batılıda batıl göster… (Âmin!)
Ebu El-Fidâ
http://www.sadakat.net/forum/vehhabiligin-belini-kiran-kitap-t39978.0.htmlhttp://www.milligazete.com.tr/makale/afgan%C3%AE-mezhebi-142776.htmAfganî Mezhebi 06 KASIM 2009
CUM 03:50
[-] Normal
- GündemTavsiye EtYazdırPaylaş Yorum YazCemalüddin Afganî'yi sevmem ya, bendeniz "Onun taharet bezi bile olamayaca k" bir kimseyimd ir bazılarınca.
Peki, azılı Farmason Afganî'yi tutsam, övsem, göklere çıkartsam, onu İslâm dünyasını kurtaraca
k bir önder ve rehber olarak gösterseydim, ne olurdu?.. Aferin derlerdi, Şevket Eygi doğru yoldadır derlerdi.
Benim bir Müslüman olarak Afganî'yi tutmam, desteklem
em, övmem mümkün müdür? Değildir.
Bu anlaşmazlıkta hangi taraf haklıdır?
Afganî'yi tenkit eden, yeren, kınayan Ehl-i Sünnet Müslümanları mı, yoksa "Onu tenkit edenler onun taharet bezi olamaz" diyenler mi?
Yakın tarihimiz
de bu Afganî sevgisini, onun Müslümanları kurtaraca
k önder ve kılavuz olduğu edebiyatını ünlü bir ilahiyatçı çıkartmıştır.
Afganî sacayağın bir ayağıdır. Diğer ikisi Muhammed Abduh ve Reşid Rıza'dır.
Öyle akılsızlar var ki, hem Sultan Abdülhamid'i çok sever, hem de Afganî'yi göklere çıkartır. İkincisinin, İngiliz ajanı Blunt'la işbirliği yaparak birincisi
ni tahtından indirmek istediğini bilmezlik
ten gelir.
Türkiye'de öyle radikal İslâmcılar vardır ki, hem Humeynî'yi çok sever, hem de Muhammed ibn Abdilvehh
ab'a aşıktır. Bu iki sevginin bir gönülde birleşemeyeceğini idrak edemezler
. Radikal İslâmcı aklı...
Ali Şeriatî âşıklarına ne demeli? Adam, İslâm Şinasî kitabında "Allah gerçek bir Janus'tur" diye yazıyor. Janus, iki çehreli bir Roma putu. İslâm dininin temel inançlarından biri muhalefetün lil-havadistir. Büyük İslâm İlmihali'nde bu konuda şu bilgi veriliyor: "Havadise muhalefet, sonradan var olmuş şeylerden ayrı olmak sıfatıdır... Allahü Teâlâ, yaratılmış şeylerden hiç birine bir veçhile benzemez. Hepsine muhalifti
r. Hatırlara ne gelirse gelsin, Allahü Teâlâ onlardan muhakkak başkadır." Allah'ı taştan yontulmuş bir puta benzetmek ne korkunç ve iğrenç bir teşbihtir. Lakin, Şeriatî hayranları bunu düşünmezler. Adam ihtilâlcidir, radikaldi
r ya, ne halt ederse etsin, ne derse desin...
Ortalık neo-haricî ile dolu. Haricîliğin ne olduğunu bilmezler ama...
Vehhabîler kendileri
ne Vehhabî denmesind
en hoşlanmaz, Selefî postuna bürünürler.
Selefîlik nedir?.. İbnTeymiye'nin ve Muhammed ibn Abdilvehh
ab'ın mezhebidi
r.
Bir de asıl Selefler vardır. Onlar Ashab-ı Kiram, Tâbiîn ve ilk çağdaki büyük Müslümanlardır. Bu asıl selefîlik bir mezhep ve fırka değildir, mübarek ve muazzez bir taifedir. Ne mutlu onları sevenlere, onların yolundan gidenlere
.
Ashab-ı Kiram, din konusunda, Peygamber Efendimiz
in dâvetini, Sünnetini, hadîslerini insanlara ulaştırmak hususunda âdildirler. Böyle inanmayan Ehl-i Sünnet'ten çıkar.
Bugünkü Müslümanlığı Emevîlik ve Abbasîlik Müslümanlığı olarak gösterip tahkir edenler doğru yolda değildir.
Peygamber
den sonra İslâm dünyasında bozuk fırkalar ve hizipler çıkmıştır ama asıl gerçek İslâm kaybolmamıştır. İslâm'ın ana caddesi açıktır. Cumhur-i ulemâ yolunda kopukluk, kesinti olmamıştır.
Başlangıcından bugüne kadar ana caddeye bakalım:
Ashab-ı kiram... Tâbiîn... Tebe-i Tâbiîn...Selef-i Sâlihîn... Eimme-i müctehidîn... Her asırda karnen ba'de karnin birbirini takip eden icazetli ulemâ ve fukaha...İcazetli müfessirler ve muhaddisl
er...Sils
ileleri ve icazetler
i Peygamber
e ulaşan kâmil mürşidler.
İmamı Azam, İmamı Malik,İmamı Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel ve diğer müctehidler.
Buharîler, Müslimler, Tirmizîler ve diğer hadîs imamları.
Büyük müfessirler.
İmamü'l-Haremeyn Cüveynî, onun talebesi Gazalî, daha onlar gibi yüzlerce dünya çapında allâme, binlerce büyük ulemâ, yüz binlerce ulemâ... Bu yol ne kadar geniş, ne kadar parlak, ne kadar ruhanîdir. İnsan bunu bırakıp da çıkmaz sokaklara, hizip ve fırka patikalarına sapar mı? Bunca Ehl-i Sünnet ulemâsı yanında İbn Teymiye'nin ne hükmü olur?
Cemalüddin Afganî'nin bunların yanında esâmisi okunur mu?
Ehl-i Sünnetin yolu Ehl-i Beytin yoludur.
Yakın tarihimiz
de halkı Ehl-i Sünnet'e çağırmış Şeyhülislâm Mustafa Sabri'ler, Zahid el-Kevserî'ler, İsmail Yusuf Nebhanî'ler, Zeynî Dahlan'lar var.
Afganî'yi tenkit edenler onun taharet bezi olamazmış... Ne kadar boş bir lâftır bu. Afganî, bu saydığım gerçek İslâm büyüklerinin, ulemânın, eimmenin, fukahanın ayaklarının tozu bile olamaz.
Şu ilâhiyatçıya bakınız. Ona göre Ebu Hureyre hadîs uydurmuş... Bunu söyleyeni terazinin bir kefesine koysalar, öbür kefeye Ebu Hureyre'yi...Kim ağır basar?
Aklı olan Müslüman ana caddede, Sünnet ve Cemaat yolunda yürüsün; şazz, aykırı, bid'at yorumlard
an uzak dursun.
Kendileri
ni Sünnî gösteren, din sömürüsü yapan, sapık ve bozuk görüşler ileri süren kişiler ve zümreler yok mudur? Vardır ama onlar Ehl-i Sünnet değildir, Ehl-i Sünneti temsil etmezler.
Ehl-i Sünnette esas olan Kur'ân ve Peygamber ahlâkıdır. Ehl-i Sünnet din sömürüsünü kabul etmez. Din sömürücüsü, mukaddesa
t bezirgânı alçaklar harbî kâfirlerden daha tehlikeli eşkıyadır.
Ehl-i Sünneti kaldırıp, onun yerine Afganî ve Fazlurrah
man mezhebini koymak istiyorla
r. Allah onlara fırsat vermesin.
Böyle bir şey büyük felâket, büyük mânevî yıkım olur. Din ve Şeriat elden gider.
(İkinci yazı)
ÇARŞAF VE PEÇE
EZHER Üniversitesi şeyhi (rektörü) sarıklı hoca İslâm'da peçe yoktur dediği için tenkitler
e uğradı, münakaşalar çıktı.
Peçe halen birçok İslâm ülkesinde kullanılıyor. Arabistan'da mecburîdir. Birkaç yıl önce Suriye'ye gittiğimde Haleb sokaklarında peçeli hanımlar görmüştüm. İngiltere'de, Fransa'da, diğer Avrupa ülkelerinde de peçe takan Müslüman hanımlar vardır.
Sultan Abdülhamid zamanında İstanbul'da Müslüman hanımların peçe takması konusunda resmî emir çıkarılmıştı. Bu emir beş vakit namaz kılan, Şeriat taraflısı olan, üç tarikata mensup bulunan Halife-i Müslimînin iradesi idi.
Bendeniz ölçü olarak Osmanlı'nın İslâmî tatbikatını kabul ederim. Osmanlı'nın zıt kutbu olan Vehhabîler bile peçe taraftarıdır.
1970'lerde Almanya'da yaşadığım zaman, Alman Müslümanı dostlarımdan Muhammed Sıddık ve Muhammed Harris beyler evlenecek birer hanım bulmak için Malezya'ya gitmişlerdi. Bu iki mühtedi de Arabistan'da din tahsili yapmıştı, İslâmî kıyafetle gezerlerd
i. Orada iki kızın aileleriy
le görüşmüşler ve onları nikahlama
k için bir şart koşmuşlardı: Kızlar tesettürlü idi ama peçeli değildiler, Alman gençler "Peçe takmayı kabul ederlerse onlarla evleniriz" demişlerdi...
Ezher şeyhinin İslâm'da peçe yoktur demesi esassız ve temelsiz bir laftır. İmamü'l-Müslimîn ve Emîrü'l-Müslimîn olan zat, ulema ve fukaha ile istişare ettikten sonra ülkede yaşayan muhaddera
t-ı İslâmiyenin peçe kullanması hususunda emir verebilir
.
İnsanların temel hak ve hürriyetlerinden biri de kılık kıyafet, giyim kuşam, serpuş konusunda
dır. Bu hürriyet elbette tanzim edilebili
r, lakin tamamen ortadan kaldırılamaz.
Bizdeki rejim açık, mini etekli, bikini mayolu, seksî kıyafetli kadınlara nasıl karışmıyorsa, dindar Müslüman hanım ve kızların çarşaflarına, tesettür kıyafetlerine ve hattâ peçelerine de karışmamalıdır.
Bizdeki Müslüman erkeklere ve Müslüman kadınlara kıyafet ve serpuş konusunda yapılan baskılar ve bu konudaki tabular evrensel insan haklarına, adalete, nasafete, eşitliğe, demokrasi
ye, hikmete aykırıdır.
Bir iki hafta önce gazeteler yazdı, ABD'de 800 kız öğrencisi olan bir lisede sağlık taraması yapılmış, kızların 150'si hamile çıkmış!.. Hamile olmayanla
r da tedbir almışlarmış!.. Ben bir Müslüman olarak böyle bir medeniyet
i kabul edemem. Edersem, İslam'ı inkar etmiş olurum.
Bazıları mini eteği çok normal ve tabiî kabul ediyorlar
. Onlara derim ki: "Çarşaf ve peçeyi de o derecede normal ve tabiî karşılamak zorundasınız."
Çarşaf ve peçe öcü imiş, çok çirkinmiş... Zevkler tartışılmaz. Çarşaf ve peçe konusunda büyük edib Yakup Kadri'nin (Karaosman
oğlu) 1915'te yazdığı "Çarşafa ve Peçeye Dair" başlıklı nefis yazıyı okuyalım.
http://www.timeturk.com/TV-kanallari-ve-Islamin-Laiklestirilmesi-20315-haberi.htmlPazartesi 04.08.200
8 - 07:51
Yeni Davetçiler ve Dinin Laikleştirilmesi
Husam Temmam*
90?lı yılların ikinci yarısı daha sonra yeni-davetçiler olarak bilinen bir akımın ortaya çıkmasına şahit oldu. Bu olgu, resmi dini müesseselerde olduğu gibi resmi şekliyle (Ezher-i Şerif, Evkaf Dairesi Başkanlığı ve Fetva Kurumu gibi) ya da örgütsel yapıya sahip mutedil (Müslüman Kardeşler) ve devrimci İslami akımlarda (İslami Cihad ve Cemaat-i İslami gibi) hareketle
rin genel İslami konjonktüre hâkim olduğu ?Kurumsal İslam? olarak isimlendi
rilen şeyin gerilemes
i ile eşzamanlı olarak gelişti.
Bu dönem, Mısır Devleti?nin İslamcı muhalifle
rine karşı bir araç olarak gördüğü Ezher-i Şerif?e ve diğer dini kurumlara hâkim olma sürecinin tamamlanm
ası olarak algılandı. Bu kurumlar, aslında devletin muhalifle
rine karşı sertlik yanlısı tutumunu meşrulaştırmaktaydı. Bu durum, söz konusu dini kurumların önemli bir bölümünün itibar kaybetmes
ine yol açtı çünkü halk, eskiden nispeten bağımsızlığa sahip bu kurumların devlete bağlı hale gelip bağımsızlığını kaybettiğini düşünmeye başladılar. İçinde Devrimci İslamî unsurların da bulunduğu genel anlamda İslami hareketin durumu da daha iyi değildi. İslami hareketin mutedil kanadı olan Müslüman Kardeşler, yaklaşık olarak 10 yıl boyunca rejimle çatışmaya girerek kamusal alandaki görünürlülüğünü yitirdi, halka yönelik çalışmalarını aksattı.
Devrimci ve cihatçı İslami akımlar ise 1997 yılında, Mısır tarihi boyunca meydana gelen en kanlı eylem olan el-Aksar katliamına imza atmalarının ardından sonlarını ilan etmiş oldular. Bu tarihten sonra şiddet tamamıyla durdu, bu hareketin üyelerinin bir kısmı hareketin çizgisini yeniden gözden geçirirken kalanları ise yurt dışına çıkarak el-Kaide?ye katıldılar.
Bu genel hava ise o zamana kadar var olan çizginin dışında, farklı bir davet anlayışının bir başka ifadeyle yeni davetçi anlayışının ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Yeni davetçi anlayışla birlikte yaşça genç ve gelenekse
l olmayan bir davetçi profili ortaya çıktı. Bunlardan bazılarının isimlerin
i saymak gerekirse, Amr Halid, Halid el-Cündi, Halid Abdullah, Safvet Hicazi, Mustafa Hüsni, Muiz Mesut vs.. Aralarında hiç de azımsanamayacak müşterekler vardı. Bu isimlerin çoğu dini bir eğitim almayıp pozitif bilim ya da sosyal bilimlerd
e eğitim görmüş kişilerdendi. Ancak dine yatkınlıkları vardı ve dini konularda kendi kendileri
ni yetiştirmişlerdi. Önemli bir bölümü ise ayrıcalıklı toplumsal sınıfların üyeleriydi. Çoğu ?Kurumsal İslam? çerçevesinin dışında kalan insanlardı. Hiçbir hareket veya örgütle bağlantıları bulunmuyo
rdu. Geçmişte böyle bir bağları vardıysa da bu bağ, ya geçmişte kalmış ya da etkisiz ve zayıf bir bağdı. Hepsi, söylemlerinde dini mercilerl
e dini olmayan merciler arasında herhangi bir çelişki meydana gelmesi konusunda en küçük bir rahatsızlık duymadan ikisini de aynı anda kullanıyorlardı.
Bu olgu, yeni ve daha önce bilinmeye
n bir dindarlaşma anlayışını yani bireycili
k üzerine kurulu bireysel dindarlığı da beraberin
de getiriyor, refah, tüketim ve faydayı yüceltiyordu. Kendileri
ne göre bu çizgi aslında daha çağdaş; kültürüyle, düşüncesiyle dünyaya daha açık bir dini anlayışı temsil ediyordu. Bu anlayış temelde ahlakiliğe dayanıyor, akaidi tartışmalara önem vermeden, insanların ahlaki standartl
arını yükseltmeyi amaçlıyordu. Bu, devrimci olmayan, barışçıl ve vakıada en küçük bir değişiklik yapma hedefinde
n yoksun bir anlayışı beraberin
de getiriyor
du. Aslında bu kimseler, temsil ettikleri toplumsal sınıf olan orta-üst tabakanın dini duygularını ve zevklerin
i tatmin etmeye daha yakın duruyorla
rdı. Bu, tamamen siyaset alanının dışında kalan bir dindarlaşma olup en küçük bir siyasi hedefe bile sahip değildi. Köklü bir toplumsal değişimi asla hedefleme
mekteydil
er. Ayrıca ne konumlarını ne tutumlarını ne de toplumsal duruşlarını değiştirme ihtiyacı hissetmey
en, yandaşlarına külfet getirmeye
cek bir dini anlayış sunuyorla
rdı.
Davetçilerin gelenekse
l mekânlarının mescitler gelenekse
l araçlarının da Cuma hutbeleri, vaaz halkaları, fetva dersleri olmasına rağmen bu yeni davetçiler gelenekse
l mekânlar ve araçlarda değişikliğe gitmişlerdir. Artık onlar interneti ve TV?yi en önemli araçlar olarak kullanmak
taydılar.
Başlangıçta bu yeni davetçiler ya ulusal kanallard
a ya da dini programla
rında yeniliğe gitmek isteyen uydu kanallarında görünmeye başladılar. İslam?ı insanlara gelenekse
l olan metotların dışında bir yöntemle anlatan bu yeni davetçilerle birlikte söz konusu dini programla
r canlılığını yeniden kazanmaya ve aslında bu tür programla
rı izleme gibi bir alışkanlığı olmayan devasa bir kitle tarafından izlenmeye başladı. Aslında halkta da, yapılmakta olan dini programla
rın içeriğinin değiştirilmesi yönünde bir istek vardı, özellikle de devlete bağlı olan TV kanallarında bu istek daha bariz bir şekilde görünüyordu. Bu çerçevede Mısır Televizyo
nu?nun Amr Halid?in dini vaazlarına, ülkenin en önemli TV yıldızlarından biri olmadan önce yer vermeye başladığını görüyoruz.
Amr Halid gibilerin
in tespih taneleri gibi dağılan programla
ra ve dini vaazlara ilgi artınca İkra gibi vaaz ve İslam?ın anlatımı konusunda gelenekse
l İslami yöntemlere sahip olan TV kanalları dahi bu kişilere kucaklarını açtılar. Ancak burada İkra TV?nin sahibi olan Salih Kamil?in aynı zamanda içinde LBC gibi Lübnan?daki Maruni Hristiyan
lara ait kanalların bulunduğu ART grubunun sahibi olması da dikkat çekicidir.
Daha sonra bu olgu iki ayrı yönde ilerleyec
ekti. Birinci yönelim söz konusu yeni davetçi anlayışın Arap uydu kanallarında yaygınlaşıp moda haline gelerek el-Mihver, Dureym gibi TV kanallarında sürekli yayınlanan programla
r haline gelmesi. İkinci yönelim ise er-Risale, en-Nas, Hikmet, Rahmet gibi İslami nitelemel
er taşıyan yaklaşık 25 TV kanalında yayınlanan programla
rın en can alıcı bölümlerinde yer almaya başlamaları.
Söz konusu TV kanalları, bu yeni davetçileri, star üretimine uygun olarak yıldızlaştırdığı gibi aynı zamanda gelenekse
l davetin mekanı olan mescitler
de iyi bir dinleyici kitlesine sahip vaiz ve davetçileri de kendine çekmeye başladı. Bu da gelenekse
l davette sembol isimler haline gelmiş kişilerin TV starı olma süreçlerini başlatmış oldu. Özellikle bu noktada en-Nas kanalının selefî davetin önder isimleri olan Şeyh Muhammet Hüseyin Yakub, Şeyh Ebu İshak el-Huveyni, Şeyh Muhammet Hasan, Şeyh Mahmud el-Mısri gibi kişiler, bu süreçte aktif olarak yer aldı. Aslında ilginç olan, en-Nas?ın, kardeş kanal el-Haliciyye gibi şarkı video kliplerin
in yayınladığı bir kanal olmaktan çıkıp süreç içerisinde dini bir kanala dönüşüyor olmasıydı. Bu iki kanalın da sahibi Mansur bin Kedese idi.
Dini vaazla ilgili yeni bir planlama geliştiren en-Nas adlı kanal, mevcut dini vaazın ve davetin önde gelen starlarına ilgi göstermeyip daha çok kanallard
a görülmeyen selefi davetin önde gelen isimlerin
e yer ver vermeye ve onlara dini görüşlerini insanlara telkin etme fırsatını vermeye başladı. En-Nas, diğerlerinden çok daha zekiydi, Arap ve İslam ülkelerine uydudan yayın yapmakta olan TV kanallarında, kendileri
ni ifade edemeyece
k konumda olan selefi âlimlere yer açmış oldu. Ancak bu da en azından siyasi açıdan risksiz bir alandı. Özellikle de hiçbir siyasi yönelimi olmayan selefi din adamlarının seçilmesi ilginçti. Çünkü bu selefi çizgi, siyasi olmadığı gibi, diğer selefi akımlarıyla karşılaştırıldığında güvenlik güçlerinin tepkisi ve öfkesi nedeniyle hiçbir zaman politikleşmesi mümkün olmayan bir akımdı. İlmi selefiliğin bazı isimlerin
i dahi televizyo
na çıkarabilirler ancak siyasileşme ihtimali olan selefilik bu kanallard
a kesinlikl
e yer bulamazdı. Örneğin selefi akım içerisindeki İskenderiye ekolü, ilmi selefilik olarak değerlendirilmekte olup yetmişli yıllarda Cemaat-i İslami?nin halen Mısır Üniversitelerinde faal olduğu dönemlerinden kalma ileri bir siyasi bilinç ve örgütsel bir ruhu korumakta
dır.
Dini Kanallar ve Dindarlığın Laikleştirilmesi
Burada yeni davetçi anlayışın ortaya çıkışıyla dini kanalların yaygınlaşması arasında birbirini tamamlaya
n kopmaz bir bağ vardır. Bu bağ birçok seviyede izlenmesi ve gözlenmesi mümkün olan bir olgu olup, bazen birbirler
iyle pazarlık etmekte bazen birbirini etkilemek
te ama her ikisi de birbirini desteklem
ektedir. Bu paradoksa
l durum, uydu kanallarındaki dini programla
rın giderek laikleşmesine neden olmaktadır.
İslam?ın bir din olarak özelliklerinden ne kadar bahseders
ek edelim, İslam?da dini olguyu irdeleyen herhangi bir ciddi araştırmanın, evrensel bir karakteri
stiğe sahip gibi görünen dini yaşantıda meydana gelen değişim ve dönüşümlerden bağımsız bir şekilde ele alınamayacağını düşünüyorum.
Aksine dinin son yükselişi ve dinin uydu kanallarında yeni davetçilerin vaazlarında da görüldüğü gibi kamusal alanda çokça boy göstermesini, büyük anlatıların sona ermesi ve modern devletin tesisiyle birlikte laik bir karakter arz eden dindarlaşma gibi son döneme damgasını vuran gelişmelerden ayrı telakki edemeyiz.
Dünyaya düşüncelerini, kanaatler
ini, siyasi, toplumsal ve ekonomik projeleri
ni anlatan büyük anlatıların (ideolojil
erin) çöküşü, kamusal alanın ihtiyaç duyduğu ritüeller ve semboller
i içeren temel kaynak olması nedeniyle dine olan talebin artmasına yol açtı. Dine olan talebin artışındaki temel faktör sadece ekonomik ya da toplumsal olmayıp bu dönüşümü algılama noktasında çok daha hassas olan medyadan da kaynaklan
maktadır. Medya bunların yanında din ve kimlik hakkındaki soruların ve arayışların son dönemlerde tırmanış göstermesiyle birlikte bu dini talebi yerine getirmeye çok daha elverişli bir yapı özelliği arz etmektedi
r.
Bu evrensel dönüşümler, dinin kamusal alanla olan irtibatı noktasında sadece semboller, ritüeller ve anlamlarl
a yetinmemiş; derinde dinin kendisini de kavram ve yaşayış olarak dönüştürme düzeyine ulaşarak dini laikleştirmeye başlamıştır. Dini laikleştirmeye çalışan olguların başında dini uydu kanalları ve yeni davetçiler gelmekted
ir.
Dinin kurumsallıktan bireysel yaklaşıma evrilmesi
yle birlikte dindarlığın laikleştirilmesi tamamlanmış, dinle insan arasındaki anlamlar bütünü, bireysel bir ilişki haline getirilmiştir. Bu tür bir bireysel din anlayışı da maalesef toplum bazında büyük kabul görmüş, son tahlilde dini kurumsalcılığı ya da dinin kurumsal boyutunu yok sayan bir noktaya indirgenm
iştir. Bu da yeni-davetçilerden birer TV starı çıkarma noktasında dini uydu kanallarının üslendiği misyonu layıkıyla yerine getirdiğini gösterir. İzleyicinin dinle olan ilişkisi bir seçme ilişkisine indirgenm
ekte, böylece izleyici, dini kanaatler arasında karşılaştırmada bulunarak tamamen bireysel bir tercihte bulunmakt
adır. İzleyici yine bu din konusunda toplumun gösterdiği büyük teveccühle tamamen bireysel bir mantıkla yüzleşmekte, bunun neticesin
de de kurumsal boyutunu yitiren din giderek pazarda arz talep eksenine oturan bir olguya dönüşmektedir. Bu pazarda izleyicil
er kendileri
ne en uygun olan dini seçeneği almakta ve ona prim vermekted
irler.
Din etrafındaki tartışmalar, konu üzerinde uzmanlaşmış kişiler ya da âlimlere değil kamusal alana taşınarak din laikleştirilmektedir. Kamusal alan genelde laik bir karakter arz eder, çünkü medyanın merkezi bir rol oynadığı iletişimin demokrati
kleşmesi denen işleyiş, tartışma ve diyalog esası üzerine kuruludur
. Medya, rekabet mantığına uygun olarak dini tartışma sürecini karşılıklı çatışmaların ve bireysel tercihler
in artışı temelinde hızlandırır. Yavaş yavaş dinin nass üzerinde ittifak edilen, sabit, dokunulma
z olan hususları dahi yok olmaya başlar ki bu da dinin laikleştirilmesi demektir.
Dini uydu kanallarının ve programla
rın oluşmasına katkıda bulunduğu dini referansl
arın ve yeni davetçilerin çoğulculuğunun fetvaların çoğulculuğuna da yol açması nedeniyle din, toplumsal (ki bu İslam?ın özüdür) değil bireysel bir özellik arz eden bir yapıya dönüşür. Bu çoğulculuk ve seçme de arz-talep kurallarına göre işler, ki bu aslında kapitaliz
min mantığıdır.
Yeni davetçiler ve dini TV programla
rının daha derin bir şekilde incelenme
si, dinle girdiği çoğulculuk ilişkisi bakımından piyasa mantığından çok da farklı olmayan bir anlayışla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini bizlere gösterirken, diğer taraftan da bu yeni davetçilerin pazar mantığıyla hareket etmelerin
in sonucu olarak belki de İslam tarihinde bir ilki gerçekleştirerek yaptıkları vaazlarla ilgili telif hakkı iddia etmelerin
i beraberin
de getirmiştir. Bu da, söz konusu yeni davetçilerin fikrî haklarını kabul etmeyen ya da bu hakları ihlal edenlere karşı dava açma ve tazminat isteme sonucunu doğurmaktadır. Örneğin bu yeni davetçilerin sembol ismi sayılabilecek isimlerde
n Amr Halid, yaptığı TV programla
rına karşılık bir milyon Mısır Cüneyhi?ne yakın para istemiştir.
Bu çerçevede bu yeni davetçilerle söz konusu uydu kanallarının sahipleri arasında kullanılma, tekelleşme ve rekabet şeklinde tecelli den piyasa ilişkisinden de söz edebiliri
z. Örneğin yeni davetçi, herhangi bir uydu kanalıyla yaptığı dini vaazların (davetin!) başka televizyo
n kanalında (rekabet!) yayınlanmaması konusunda bir sözleşme yapabilme
ktedir. Bu ilişki biçimi özellikle bu kanalların faaliyetl
eri ve yatırımlarıyla ilgili bazı konularda dinin özünü etkilemek
tedir. Burada biraz durup davetçi Halit Amr?la İkra kanalının yanında şifreli yayın yapan birçok başka kanalın ve bütün bu kanalların çatı grubu olan ART?nin sahibi olan Suudi iş adamı Salih Kamil?le ilişkisi üzerinde düşünmek gerekmekt
edir. Bu piyasacı ilişki modeli ışığında bakıldığında kendisini
n daima müftü değil bir davetçi olduğunu söyleyen Amr Halid, ülkenin fakir mahallele
ri de dâhil olmak üzere birçok yerinde yaygın olan şifre çözücülü uydu alıcılarının kullanılmasının -kendi programla
rının parasız seyredile
cek olması hasebiyle- haram olduğuna ilişkin fetva vermekted
ir.
Öyleyse, uydu kanallarında boy gösteren dini programla
r tam da Fransız filozof Patrick Michael?in işaret ettiği gibi izleyicin
in diniyle tüketim ilişkisine girdiği bir ilişki biçimini temsil etmektedi
r. Böylelikle izleyici, içinde zorlama durumunun olmadığı bir değerler sistemine uygun olarak konforlu bir haleti ruhiye içerisinde dinden istediğini alıp istediğini atma özgürlüğünü hissetmek
tedir. Dinle girilen bu tür bir tüketim ilişki sonucunda izleyici, kendisine sunulan bu dini anlayışı reddedebi
lecek ve başka bir kanaldaki başka bir davetçinin yorumlarını kendisi için daha kabul edilebili
r görüp tercih edecektir
. İzleyicinin dini uydu kanallarıyla olan ilişkisi, içinde filmlerin, video kliplerin ve şarkıların yayınlandığı diğer normal kanallarl
a ilişkisinden farkı olmayacak
tır. Listedeki
lerden en çok hoşuna giden birini seçecek ve onu izleyecek
tir. Kriter aynıdır: Kişinin rahatına ve konforuna uygun bir tüketim biçimi.
Uydu kanallarının ortaya çıkardığı dini starlar, dinleri ne olursa olsun kendi aralarındaki ayrılıklardan çok benzerlik
lerin bulunduğu bir yapı ortaya koymaktadır. Bu nedenle, kendisind
en çok daha önce bu programla
rı yapmakta olan ABD?deki Hıristiyan Protestan din adamlarıyla yeni davetçiler arasındaki bu benzerlik garip karşılanabilir. Ortak yönleri ise starlık vasıflarıdır. Star olan vaiz ya da vaizin starlığı ve bunlar üzerine kurulu olan reklama, piyasaya dönük ilişki biçimi. Değerini kendisind
e barındıran ve her an ticari bir markaya dönecek olan bir ilişki biçimi.
Ancak star vaiz profili İslami davet alanında hiçbir zaman orijinal bir yere oturmayac
aktır. Sadece yeni davetçilerin davet alanında oturtturd
uğu piyasa mantığının ve uydu kanalları çağının bir çocuğu olarak kalacaktır. Çünkü dine yönelik bu yaklaşım biçimi, kökleri çok derinlerd
e olan ve takvayı, zühdü, şöhretten uzak kalmayı hedefleye
n gelenekse
l davet biçimleriyle bütünüyle çelişmektedir.
*Mısırlı araştırmacı-yazar
Bu makale İslam Özkan tarafından TİMETURK için tercüme edilmiştir.
http://www.zehirli.org/node/1408?page=35SELEFİLİK İTİKADI BİR MEZHEP MİDİR?
Deniz tarafından Salı, 2007-09-04 21:50 tarihinde gönderildi. ehli sünnet vel cemaatsapık fırkaselefselefe bağlılıkselefilerselefilik
Nazariyed
e doğru kabul edilebili
r gibi görünen, fakat pratikte yanlış neticeler
e sebeb olan hükümlere “Paradoks” denilir. Bu hal, insan aklının kendi kendine kurduğu bir tuzaktır. Muhakkak ki her mü’min; Resûl-i Ekrem (sav) ve Ashabının takip ettiği yolu (yani Asr-ı Saadeti) esas kabul eder. Ehl-i Sünnet ve’l cemaate mensup olabilmen
in ilk şartı budur. Son yıllarda “Selefilik” adı altında; herhangi bir usule bağlanmayı ve müctehid imamlara tabi olmayı hakir gören bir akım teşekkül etmiştir. Daha ziyade sloganlar
la ve suçlayıcı mantıkla yürüyen bu akımın, selefi salihin ile bir alakası yoktur. Bazen hak bir söz ile batıl murad edilebili
r. Nitekim hariciler; “Hakem Hadisesin
i” bahane ederek ve “Hüküm ancak Allahû Teâla (cc)’ya aittir” diyerek, Hz. Ali (ra)’yi küfre düşmekle suçlamışlardır. Bunu duyan Hz. Ali (ra): “- Hak bir söz!.. Ancak bununla batıl murad edilmekte” demiş ve üzüntüsünü beyan etmiştir.
İslâm teşri tarihinde; “Selefilik” diye bir mezhep ve usûl mevcut değildir. Selef-i Sali-hin’e muhabbet noktasında her mü’min samimidir
. Bazı kimseleri
n “-Biz selefiyiz” diyerek, diğer mü’minleri “Selef-i Salihin’e muhalefet
le” suçlamaları iftiradan ibarettir
.
http://www.zehirli.org/konu/ibni-teymiyye-kimdir.htmlİBNİ TEYMİYYE KİMDİR?
Deniz tarafından Per, 2007-08-23 21:25 tarihinde gönderildi. Ehl-i Sünnet dışıfelsefecilerHüseyin Avni Kansızoğluibn-i Teymiyyem
ezhepsizl
iğin liderleri
mezhepsiz
likMurat Yazıcısapık fikirlers
elefilikv
ehhabilik
İsmi, Ahmed b. Abdü’l-Halîm İbn-i Abdillâh b. Ebi’l Kâsım ibn-i Hadır en-Nemîrî el-Harrânî ed-Dimeşkî el-Hanbelî, Takiyyüddîn ibnü Teymiyye’dir. Harrân’da[3] doğdu (661 H.) Babası onu Dimeşk’e götürdü. Orada yerleşti ve meşhur oldu. Verdiği bir fetvadan dolayı Mısır’a çağrıldı. Oraya gitti… Orada bir müddet hapse atıldı. Sonra, İskenderiyye’ye nakledild
i. Sonra, serbest bırakıldı ve 712’de Dimeşk’e gitti. 720 tarihinde orada tutuklandı. 728 senesinde, Dimeşk kalesinde tutuklu iken öldü.
İbn-i Teymiyye, Felsefe ve Mantık ilimlerin
de araştırması çok olan birisiydi
. Lisânı fasîh idi. Yirmi yaşına varmadan ders okuttu ve fetva verdi. Eserleri çoktur.
Hâsılı O, yedinci asır Hanbelî fıkıh ve hadîs âlimlerinden, şâz görüşleri bol olan birisidir
. Şâzlarının bol oluşunun da, değişik sebebleri vardır. Bunlar, akîde, fıkıh ve üslûb olmak üzere üç tanedir.
Mîzâc ve ahlâkı çerçevesinde doğan ve gelişen üslûbuyla, olması îcâb eden veya olabilece
kten daha fazla bir cesâret, hiç olmaması lâzım gelen tepeden bakma, boyundan büyük olan nice büyüklere karşı, akıl almaz bir saldırganlık, acelecili
k, muğalata ve benzeri sebeblerd
en doğan bıktırıcı tekrarlar, çekilmez tenâkuzlar sergilemiştir. Tenâkuz ve tekrarları çizildiği takdirde yazdıklarının neredeyse dörtte biri bile kalmayaca
ktır. Kitablarını aklı havada bir kara sevdalı edasıyla değil de, bir ilim adamı ciddiyeti ile okuyacak olan herkes bu hakikati görebilecektir. “İktizâ”sı, “Kâidetün Celîle”si, “Furkan”ı, “Ubûdiyye”si, Akîdeye dâir kitabları, Fetâvâ’sının akîdeyle alakalı kısımları, birindeki cümleleri diğerinde biraz değiştirilen, zaman zaman da hiç değiştirilmeden aynen tekrarlan
an sözlerden meydana gelen cinsinden
dir.
Yerine göre zâhiri, yerine göre filozof, yerine göre de Ehl-i Sünnet vasfıyla temâyüz etmiştir. Ne zaman ve nerede hangi cepheden olması lâzım geldiğini buna kanaat getirdiys
e, o tâifenin düşünce ve müdafaalarıyla karşı tarafa saldırmış ve esasen başkalarına âid olan malzemele
ri kendine mâlederek, onların kendi tahkiki olduğu zannını uyandırmıştır. Yerine göre Ehl-i Sünnet olup Ehl-i Bidata karşı, zaman zaman Ehl-i Bid’at fikrinden yana olup Ehl-i Sünnete karşı, bazen de felsefeci
lerden yana olup diğerlerine karşı amansız bir muharebe vermiş ve nihayet ilim adamlığını, muztarib mütefekkirliği (!) içinde kurban etmiştir.
Hüseyin Avni KANSIZOĞLU İnkişaf Dergisi, Sayı: 7
İbn Teymiyye
el-Kevserî merhum, et-Ta‘akkubu'l-Hasîs limâ Yenfîhi İbn Teymiyye mine'l-Hadîs ve el-Buhûsu'l-Vefiyye fî Müfredâti İbn Teymiyye adını verdiği eserlerin
de bir kısım hadisler hakkındaki tavrını ve şazz görüşlerini tenkit ettiği İbn Teymiyye'nin özellikle itikadî konularda
ki tutumunu hemen her çalışmasında eleştirmiştir. Özellikle birinci eserinde, İbn Teymiyye'nin Minhâcu's-Sünne'de ele aldığı birçok konuda sahih hadis mevcut olduğu halde o konularda hadis bulunmadığını veya mevcut hadisleri
n güvenilmez olduğunu söylemesini tenkit etmektedi
r. Diğer benzerler
i gibi bu iki kitabı da basılarak ilim alemine kazandırılmayı beklemekt
edir.
Gerek Makâlât'ında, gerekse diğer telifleri
yle, ta'lik ve takdim yazılarında sık sık İbn Teymiyye'nin görüşlerine değinmiş ve kendisine zaman zaman oldukça ağıra kaçan eleştiriler yöneltmiştir. Bunların başında İbn Teymiyye'nin, Yüce Allah'ı, mahlûkâta mahsus özelliklerle tavsif etmesi gelir. Her ne kadar İbn Teymiyye, "teşbih" ve "tecsim" olarak ifade edilen tavra katılmadığını belirtmişse de, izlediği yolun sonunun teşbih ve tecsime çıktığı da bir gerçektir. Bilindiği gibi İbn Teymiyye, gerek hayattayk
en, gerekse vefatından sonra en fazla eleştiri alan âlimlerden birisidir
. Geniş ıttılâı, güçlü hafızası ve keskin dili ile o da pek çok büyük âlime ağır eleştiriler yöneltmiştir. Bıraktığı çok sayıda eser, büyük yankılar ve derin tesirler uyandırmıştır. Günümüzde Suud merkezli Vehhabîlik hareketi ile Selefîlik diye anılan akım, İbn Teymiyye'nin kalıcı tesirinin en büyük ve somut iki göstergesidir.
http://www.tahavi.com/makaleler/002.htmlSELEF VE SELEFİLİK
EBUBEKİR SEFİL
Tarih içinde izine rastlanma
dığı halde, günümüzde birçok fırka ve fikir akımı dikkat çekmektedir. Modernist
ler, Reformist
ler, Ehl-i Kur’an (Kur’aniyyun, Mealciler) ve İslâm’ın saf haline dönme iddiasında bulunan Selefîler bunlardan başlıcalarıdır.
Günümüzde ilmin zayıflaması ve doğru ile yanlışın birbirine karıştırılmış olması sebebiyle bu tür akımlar, bazı iyi niyetli müslümanların aldanmasına, yanlış yollara sapmasına vesile olmaktadır.
Bu yazı, son dönemlerde ortaya çıkan akımlardan biri olan Selefîliği kısaca tanıtmak ve yanlışlıklarını ortaya koymak maksadıyla kaleme alınmıştır. Bu akımın görüşleri, temsilcil
eri ve onların tenkidi, hakkında müstakil kitaplar yazılacak kadar ayrıntılı ve önemlidir. Biz burada sadece konuyu ana hatları ile ele alacak ve kısa değerlendirmeler yapacağız.
Selef kime denir?
Hz . Peygamber s.a.v.’in “En hayırlı nesil benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenle
r, sonra onların ardından gelenlerd
ir.”[1] şeklindeki hadisinde “en hayırlı nesiller” oldukları haber verilen ilk üç kuşağa Selef denir.
Bu ilk üç kuşak, sırasıyla Sahabe, Tabiun ve Tebe -i Tabiîn’dir . Bunlar imanda, ilimde ve amelde bütün müslümanlar için örnek nesillerd
ir.
Sahabe kuşağı, Hz . Peygamber s.a.v.’in vefatından sonra İslâm’ın biricik temsilcil
eri olarak yaşamış, gerek Hicaz bölgesinde, gerekse fethedile
n yeni bölgelerde İslâm’ı hakkıyla tebliğ etmiş, öğrenciler yetiştirmişlerdir. Kur’an’ı, hadis-i şerifleri ve İslâmî uygulamal
arı bütün müslümanlar Sahabe kanalıyla öğrenmiştir. Bu sebeple Sahabe’nin İslâm ilim tarihinde olduğu kadar, iman, amel, edep, zühd , vera , takva ve ahlâkta da müstesna bir mevkii vardır.
Onlardan sonra gelen kuşağa Tabiun denir. Bu kuşak da Sahabe’nin dizinin dibinde yetişmiş, imanı, ilmi ve ameli onlardan almıştır. Bu kuşağa Tabiun (izleyenle
r, tabi olanlar) denmesini
n sebebi, Sahabe’ye uymakta gösterdikleri titizlik, ciddiyet ve özendir.
Sahabe’nin önemi, Kur’an’da hayırla yad edilmiş olmaları, Hz . Peygamber s.a.v.’in yaşantısının ilk ve en önemli temsilcil
eri olmaları hasebiyle İslâm’ı en doğru şekilde anlayıp yaşamanın kıstası olmaları… gibi hususlard
an kaynaklan
maktadır. Tabiun’un önemi ise temelde şu iki noktaya dayanmakt
adır:
1. İslâm’ı, Sahabe kuşağından, yani en doğru şekilde anlayıp yaşamış olan kuşaktan öğrenmiş olmaları.
2. Sahabe zamanında rastlanma
yan, sonradan karşılaşılmış yabancı birçok fikir akımı, kültür ve inanç şekliyle ilk defa onların muhatap olması.
Başta felsefî akımlar ve Mu’tezile , Cebriye, Mürcie gibi bid’at fırkalar olmak üzere pek çok kültür, inanç ve cereyan ilk defa Tabiun döneminde İslâm toplumuna girmiş ve önemli fikrî ve akidevî sarsıntılara sebebiyet vermiştir.
İşte Tabiun nesline mensup büyük alimler, bu akımlarla mücadele ederek Sahabe’den devralınan sahih İslâm anlayışının zedelenme
den yaşamasına ve gelecek nesillere aktarılmasına sebep olmuş ve çok büyük hizmette bulunmuşlardır. Dolayısıyla İslâm’ın özüne yabancı her türlü cereyan karşısında nasıl bir tavır takınacağımızı, Tabiun neslini örnek alarak tesbit etmekteyi
z.
Tabiun dönemi, aynı zamanda fıkhî mezhepler
in temelleri
nin atıldığı ve müstakil mezhepler
in ortaya çıktığı dönem olarak da dikkat çeker. Bu dönemde yaşamış olan Hasan-ı Basrî , Süfyan -ı Sevrî , İbrahim en- Nehaî , Şa’bî … gibi pek çok büyük alim, birer müçtehid olarak, müstakil mezhep sahibi idiler. Hanefî mezhebini
n imamı Ebû Hanîfe de bu kuşağa mensuptu. (Allah hepsinden razı olsun)
Tabiun’dan sonra gelerek onlara öğrencilik etmiş olan kuşağa da Tebe -i Tabiîn veya Etbau’t -Tabiîn (Tabiun neslini izleyenle
r) denir. Bu dönem de ilmî ihtisaslaşmanın ya şandığı, hadis-i şeriflerin yaygın olarak müstakil kitaplard
a toplandığı, itikadî ve fıkhî mezhepler
in iyice yerleşip müesseseleştiği bir zaman dilimidir
.
Kısaca tanıttığımız bu üç nesil, gerek Kur’an ve Sünnet’te övgüye mahzar olmaları, gerekse sahih İslâm anlayışının bize kadar kesintisi
z olarak gelmesind
e kilit rol üstlenmiştir. Bu sebeple, daha sonraki asırlarda devamlı olarak merkezî bir yer tutmuş ve adeta doğru-yanlış ayrımının ölçüsü olarak algılanmıştır.
Tarih boyunca İslâm toplumlarında ne zaman bir sarsılma, gevşeme ve bozulma görülmüşse, bu üç neslin temsil ettiği İslâm anlayışına dönüş gayretler
i sayesinde toparlanm
a olmuş ve doğru çizgi muhafaza edilmiştir.
Bu sebeple “Selef-i Salihîn”, İslâm Ümmeti için vazgeçilmez bir nirengi noktası ve ölçü olmuştur.
Selefîlik nedir?
Selefilik, İslâm’ı, yukarıda tanıttığımız Selef-i Salihîn’in anlayıp yaşadığı gibi anlayıp yaşama iddiasının vücut verdiği bir akımdır. İlk defa Mısır’da Cemaleddi
n Efganî ve öğrencisi Muhammed Abduh tarafından başlatılan “ İslâmî ıslah” hareketi, daha sonra Selefîlik adıyla anılan zümrenin doğmasına kaynaklık etmiştir.
Aşağı yukarı aynı dönemde bugünkü Suudi Arabistan’ın sınırları içinde bulunan Necid bölgesinde ortaya çıkan ve Mısır’daki hareket ile benzer söylemleri dillendir
en Muhammed b. Abdilvehh
ab’ın yürüttüğü “ Vahhabîlik ” hareketin
e de daha sonra Selefîlik denmiştir.
Bu iki hareket arasında temelde önemli farklılıklar bulunmama
kla birlikte, söz konusu iki akım şu noktalard
a birbirler
inden ayrılır:
1. İtikadî sahada Vahhabîler Kelâm mezhepler
ini kabul etmezler. Ehl-i Sünnet’in iki büyük kelâm alimi Ebu Mansur el-Maturidî ve Ebu’l -Hasan el- Eş’arî Vahhabîler’e göre, saf İslâm akidesini kelamî deliller kullanmak ve aklı nakle (ayet ve hadislere) hakem kılmak suretiyle bulandırmışlardır. Özellikle müteşabih [2] ayet ve hadisleri
n Allah Tealâ’nın şanına ve yüceliğine uygun olarak tevil edilmesin
e şiddetle itiraz eden Vahhabîler, tasavvufa da aynı şiddetle karşı çıkarlar.
Efganî - Abduh çizgisi ise itikadî sahada kelâm alimlerin
in kullandığı metoda temelde itiraz etmez; Felsefe, mantık ve kelâm gibi ilimleri reddetmez ve müteşabih ayet ve hadisleri
n, Allah Tealâ ile mahlukat arasında benzerlik kurulmama
sı için tevil edilmesi taraftarıdır.
2. Vahhabîler, fıkhî mezhep olarak İbn Teymiyye ve öğrencisi İbnu’l -Kayyım’ın çizgisini izler. Diğer mezhepler
i ise istihsan, ıstıslah, mesalih-i mürsele … gibi delillere yer verdikler
i için bid’atçilikle itham ederler.
Efganî - Abduh çizgisi ise genel olarak bir tek mezhebe mensubiye
ti reddedere
k, bütün fıkhî mezhepler
i birleştirme eğilimindedir.
Aralarındaki ihtilafla
rı kısaca zikrettiğimiz bu iki cereyan, zaman içinde birbirine yaklaşarak “Selefî” diye anılmışlardır. Ortaya çıkış döneminden günümüze doğru ilerledikçe, Selefîlik akımının içine başka görüşler de katılmıştır. Dolayısıyla “ Selefîlik ” dendiği zaman akla her ferdinin aynı şekilde düşündüğü homojen bir gruptan ziyade, aşağıda zikredeceğimiz görüşleri benimseye
n kozmopoli
t bir kitle gelmekted
ir.
Selefîlerin görüşleri
Müteşabih ayet ve hadislerl
e ilgili görüşleri:
Selefîliğin en bariz vasıflarından birisi, müteşabih ayet ve hadisleri lugat anlamını esas alarak olduğu gibi kabul etmek şeklinde kendisini göstermektedir.
Buna göre Kur’an’da ve hadislerd
e Allah Tealâ hakkında zikredile
n “el, yüz, gelme, oturma, inme, Arş’a istiva etme, gazaplanm
a , gülme…” gibi sıfatlar, mahlukat hakkında ne ifade ederse, Selefîler’e göre Allah Tealâ hakkında da aynı şeyi ifade eder.
Oysa Kur’an’da yer alan pek çok ayet, Allah Tealâ’nın bu gibi sıfatlarını mahlukatın sıfatlarına benzetmen
in doğru olmadığını ortaya koymaktadır.
Her ilim dalında, o sahanın mütehassıslarının söylediklerine itibar edileceği açıktır. Bu gerçekten hareketle tefsir sahasında müfessirler, hadis sahasında muhaddisl
er , fıkıh sahasında fukaha ve akaid sahasında kelâm/ akaid alimleri ne demişse ona itibar edilir. Ömrünü fıkıh ilminin meseleler
ine vakfetmiş bir kimsenin akaid alanında söyledikleri, bir akaid aliminin söyledikleri gibi değerlendirilmez. Yahut yıllarını tefsir alanında çalışarak geçirmiş bir alimin, hadis ilminin derinlik ve incelikle
rini bir hadis alimi kadar bilmesi beklenmem
elidir.
Tasavvuf hakkındaki görüşleri:
İslâm dünyasının bazı yerlerind
e tasavvuf adı altında sergilene
n birtakım yanlış anlayı ş, Selefîler’in tasavvufu
n özüne düşmanlık beslemesi
ne gerekçe teşkil etmiştir. Oysa Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat’ten asla ayrı düşünülemeyecek olan gerçek tasavvuf, Batınîlik, Hurûfîlik gibi sapık cereyanla
rdan uzaktır. Ehl -i Sünnet çizginin muhafazasında ve yayılmasında son derece büyük katkıları bulunan gerçek tasavvuf ehli, müslümanların kalbî ve ruhî hayatının inkişafında, ahlâkın güzelleştirilmesinde ve erdemli fertlerin yetişmesinde Sahabe döneminden itibaren izlenen yolu izlemiş ve tamamen onlara uymuştur. Gerek itikadî , gerekse amelî sahada gerçek tasavvuf büyüklerinin eserleri ve görüşleri ortadadır.
Taklid hakkındaki görüşleri:
Bir kısım Selefîler, fıkhî meseleler
de herhangi bir müçtehid imamın taklid edilmesin
e de şiddetle karşı çıkarak, bunun da kişiyi şirke ve küfre götüreceğini iddia ederler. Bu iddialarını ispat için de birtakım ayet ve hadisleri delil olarak öne sürerler.
Oysa bu ayet ve hadislere yakından bakıldığında taklidin haramlığı iddiasına uygun hale getirmek için zorlama yoluyla tevil edildikle
ri görülür. Tıpkı tevessül konusunda olduğu gibi, taklidin haramlığı konusunda da bu ümmetin tatbikatı Selefîler’in iddialarının geçersiz olduğunu gösteren en büyük delildir.
Hadis alimleri arasında ittifakla dile getirilen bir husus vardır: Hadisleri
n sahih, hasen veya zayıf olduğu konusunda hadis alimleri tarafından verilen hükümler, onların kendi içtihadlarının sonucudur
. Dolayısıyla onlardan sonra gelen ve onların kitaplarında yer alan hadisleri delil kabul edenler, onların bu hadisleri
n sıhhati konusunda
ki içtihadlarını taklid etmiş olmaktadırlar.
Bugün bizlerin, bizden bin ikiyüz , bin üçyüz sene önce yaşamış hadis ravilerin
in ahvalini ve durumlarını bilmemizi
n bir tek yolu vardır. O da hadis alimlerin
in bu konudaki görüşlerini bize nakleden kitaplara başvurmaktır. Şu halde bizim, herhangi bir hadisin güvenilir olup olmadığı yolundaki değerlendirmemiz, tamamen hadis alimlerin
in içtihadına dayanmakt
adır ve bu da tamamıyla bir “ taklid”dir . Her hususta Selef’e tabi olduklarını iddia eden Selefîler dahi bu konuda hadis alimlerin
i taklid eden birer “ mukallid”dir .
Eğer herhangi bir alimin bir görüşünü, delilini bilmeden kabul etmek demek olan taklid haramsa, bu haramı Selefîler de işlemektedir. Eğer hadis alimlerin
in hadisleri
n sıhhati-zaafı konusunda
ki kanaatler
ini taklid etmek caiz ise, müçtehid imamların fıkhî konularda
ki içtihadlarını taklid etmek niçin haram olsun?
Kıyas konusunda
ki görüşleri:
Günümüzde Selefîler olarak anılan grup içinde, kıyasın şer’î bir delil sayılamayacağını, çünkü kıyasın, “Allah’ın dininde şahsi görüş ile hüküm vermek” olduğunu söyleyenler mevcuttur
.
Oysa fıkıh usulü kitaplarında ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi, gerek Kur’an ayetleri, gerekse hadisler, vakıa olarak sınırlıdır ve insanlığın karşılaştığı her olayın hükmünün, ayetlerde ve hadislerd
e zikredilm
iş olması mümkün değildir. Kur’an ve Sünnet konusunda biraz malumatı olan herkes bu noktayı kabul ve itiraf eder.
Şu halde hükmü Kur’an ve Sünnet’te zikredilm
eyen olaylar hakkında yapılabilecek iki seçenek var. Ya bu olaylar hakkında İslâm’ın herhangi bir hükmünün ve açıklamasının olmadığını söylemek, ya da karşılaştığımız olayın bizzat kendisi olmasa da, benzeri hakkında Kur’an ve Sünnet’te yer alan bir hükmü, aralarındaki benzerlik dolayısıyla yeni olaya da tatbik etmek.
Bu seçeneklerden ilkinin doğru olduğunu söylemek, İslâm’ın evrensel olduğunu, bütün zaman ve mekânların problemle
rine çözüm getirme özelliğini haiz bulunduğunu inkâr etmek demektir.
Kıyas’ı inkâr eden İbn Hazm , bu iddiası sebebiyle, bırakalım bir “İslâm alimi”ni, aklı başında sıradan bir kimsenin bile gülüp geçeceği şeyler söylemiştir. Mesela Kur’an ve Sünnet’de domuz etinin haram olduğu zikredilm
iştir. Ama domuzun yağının haram olduğuna dair ne Kur’an’da , ne de Sünnet’te herhangi bir hüküm yoktur. Sırf bu gerekçeyle İbn Hazm , domuzun yağının haram olmadığını söylemiştir.
İşte kıyasın reddedilm
esi sonucunda varılacak komik nokta budur.
Ehl-i Sünnet ne diyor?
Her ne kadar Selefîler, yukarıda özetlemeye çalıştığımız görüşlerinde Selef-i Salihîn’i örnek aldıklarını söylüyorsa da, bunun sadece bir iddia olduğunu söylemek durumunda
yız. Esasında mesela İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretler
i de Selef’tendir ve onun gerek itikadî , gerekse fıkhî görüşlerini benimseme
k, gerçek Selefîliktir . Bu söylediğimiz diğer büyük imamlar için de söz konusudur
.
Ebu’l -Muzaffer el- İsferâînî , Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat’in itikadî çizgisini ortaya koyan özellikleri zikrettik
ten sonra şöyle der:
“ Bilmi ş ol ki, Fırka-i Naciye’nin (kurtuluşa eren grubun) akaidinin özellikleri olarak zikrettiğimiz bütün bu hususlar, imanın sıhhati babında bilinmesi gereken hususlardır. (…)
“ Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat’in itikadı olarak zikrettiğimiz hususların hiç birisi hakkında Şafi’î ile Ebu Hanîfe ; (Allah her ikisine de rahmet eylesin) arasında herhangi bir ihtilaf yoktur. Sadece bu iki imam değil, Malik, Evzaî , Davud ez-Zahirî, Zührî , Leys b. Sa’d , Ahmed b. Hanbel , Süfyan es- Sevrî , Süfyân b. Uyeyne , Yahya b. Maîn , İshak b. Rahuye , Muhammed b. İshak el- Hanzalî , Muhammed b. Eslem et- Tûsî , Yahya b. Yahya en- Nisaburî , Hüseyin b. Fadl el- Becelî , Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Züfer b. Hüzeyl , Ebu Sevr ve Hicaz, Şam, Irak imamları, Horasan ve Maveraunn
ehir imamları gibi Ehl -i Rey ve Ehl -i Hadis’in tümü ile onlardan önce yaşamış olan Sahabe, Tabiun ve Etbau’t -Tabiîn de bütün bu konularda görüş birliği içindedir. Bu iki fırka ( Ehl -i Rey ve Ehl -i Hadis) arasında bütün bu konularda herhangi bir ihtilaf bulunmadığını tahkik etmek isteyenle
r, Ebu Hanîfe’nin Kelâm sahasında yazdığı Kitabu’l -Âlim ( ve’l - Müte’allim )’e, el- Fıkhu’l - Ekber’e (…) ve Osman el- Bettî’ye yazdığı (…) el- Vasıyye’sine baksın. Keza Şafiî’nin yazdığı eserlere baksın. Bu ikisinin mezhebi arasında herhangi bir farklılık bulamayac
aktır.
“Bütün bu imamlarda
n, burada zikrettiğimiz hususlar ile çelişik olarak nakledile
n görüşlerin tümü, bid’atçilerin , kendi mezhepler
ini güzel ve doğru göstermek için uydurduğu yalanlardır. (…) Bu kimseler, Ehl -i Sünnet’in kılıçlarından korktukla
rı için kendi habis akideleri
ni ihtiva eden sözleri Ebu Hanîfe’ye nisbet etmiş ve onun arkasına gizlenmişlerdir….” (et- Tabsîr fi’d -Dîn, s. 113-114)
Bu ifadeler bize şunu göstermektedir: Selefîler’in “Selef” anlayışı ile gerçek Selef arasında büyük farklılık var. Dolayısıyla adına Selefîlik denen akım, her ne kadar Selef’in anlayış ve uygulamal
arını esas aldığını söylüyorsa da, aslında Selef’in anlayış ve uygulamal
arıyla bağdaştırılması hayli zor olan fikirler benimsemiştir. Onların reddedici, dışlayıcı, katı ve tekelci anlayışı, ne “ Ehl -i Sünnet-i Hâssa” dediğimiz Selef’te, ne de “ Ehl -i Sünnet-i Âmme” dediğimiz Halef’te görülür.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Basta Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok hadis alimi tarafinda
n rivayet edilmisti
r.
[2] “Allah Teala’nin eli, yüzü, gelmesi, gülmesi, gazaplanm
asi , Ars’a istiva etmesi…” gibi ilk bakista mahlukata ait özellikler ile benzerlik arz eden, ancak mahiyet olarak farkli olan hususlari
n zikredild
igi ayet ve hadisler.
http://inkisaf.net/sayi-10/cagdas-selefilik-ve-kutlu-dogum.aspxÇAĞDAŞ SELEFİLİK VE KUTLU DOĞUM
Bu yazının orjinali, İnkişaf Dergisi Sayı 10 'içerisinde.
Necip ALEMDAR
Asırlardır müslümanlar rebiu’l-evvel ayında Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem)’nün mevlidini ihya eder. Bu çerçevede Kur’an-ı Kerim, naat-şiir okur, oruç tutar, tasliyede bulunur; mali durumu yerinde olanlar, eşraf ve fukara ayırımı gözetmeden ziyafet verir, hediye dağıtır.
Karşıt olarak nitelediği ameliyele
ri bidat, şirk, dalalet, küfür gibi olumsuz anlam taşıyan kavramları kullanara
k “gayr-i meşru” ilan eden çağdaş selefiliğin bidat kavramı ile olumsuz anlam yüklediği, dolayısıyla da uzak durulması gereken bir dalalet olarak gördüğü konularda
n biri de, Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem)’nün doğumu çerçevesinde yapılan “mevlid” kutlamasıdır.
Yakın dönemde yaşayan selefi düşünceye mensup pek çok yazar mevlidin bidat olduğunu iddia eden makaleler/reddiyeler kaleme almıştır.[1]<!--[endif]--> Mevlid etrafında yapılan tartışmalar çağdaş selefiliğin, var oluşunu inkarı üzerine bina ettiği “tevessül” gibi konuları dahi geride bırakmıştır. Bazı İslam ülkelerinde halk arasında “kandil geceleri” olarak bilinen, bereketli zamanlar öncesinde hutbelerd
e cemaate sakınılması gereken şeyler babında, mevlidi ihya da anlatılır ve mutlaka o günde Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem)’nü anacak/anlayacak ihtifalle
rden uzak durulması gerektiği söylenir. Çağdaş selefi düşünceyi benimseye
n yazar ve vaizlerin idaresind
eki gazete ve kürsülerde de rebiulevv
el ayı yaklaştığında ağırlıklı olarak mevlidin zararları işlenir. Bazı dergiler de mevlidin ne derece şeni bir bidat olduğunu savunan makaleler neşreder. Bütün bunlara gerekçe olarak selefin mevlidi ihya etmemesi ve mevlid çerçevesinde yapılan ihtifalle
rde İslami esaslara riayet edilmemes
i gösterilir.
Bu durum bilgi kirliğinin yanında saf Müslüman zihinlerd
e soru işaretleri de oluşturmuştur. Dergimiz merkezini arayan ya da mail gönderen pek çok okur mevlid etrafında yapılan tartışmaların nasıl anlaşılması gerektiğini ve konu ile alakalı İslam’ın fasl edici hükmünü ortaya koyan bir makale yazılmasını talep ettiler.
İslam’ın mevlid hakkındaki hükmünü tesbit gayesiyle kaleme alınan bu makalede öncelikle mevlidin bidat olduğunu iddia edenler ve aksini söyleyenlerin görüş ve delilleri tahlil edilecek sonra tercihte bulunulac
aktır.
MEVLİD
İslam’ın esasları “halidî” özelliğe sahiptir. Halidîlik, halefin selefle; iman, fikir ve amelde birliktel
iğini sağlar. Bu yüzden insanlar peygamber
lere ulaşma, peygamber
ler de birbirler
ini tanıma iradesi içerisinde olmuşlardır. Nitekim Allah Teala Resul-i Ekrem’e hitaben: “Peygamber
lerin haberleri
nden, senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz.”[2]<!--[endif]--> buyurmakt
adır. Nasıl Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem)’nün kalbi peygamber haberleri
yle mesrur oluyorsa, Müslümanların gönül dünyası da O’nun siretini anlatan eserler ve O’nu anma çerçevesinde akdedilen ihtifalle
rle ferahnak olur.
Ulema mevlidle yaşanan ruhi değişimi kalıcı ve O’nun siretini sürekli okunur kılmak amacıyla mevlidle alakalı çok sayıda eser kaleme almıştır. Hafız İbn Nasıruddin ed-Dımeşkî bu eserlerin bir kısmını üç ciltten oluşan: “Camiu’l-Asâr fî Mevlidi’n-Nebiyyi’l-Muhtâr” adlı kitabında bir araya getirmiştir.[4]
<!--[endif]-->
Allah Resulü’nün Viladeti
Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem)’nün hesap-kitap bilmeyen, okur-yazar olmayan, meşhur hadiseler dışında tarih tutmayan ümmî bir toplumda dünyaya gelmesi doğum tarihiyle alakalı farklı rivayetle
rin oluşmasına neden olmuştur.
Cumhur, Efendimiz’in “fîl hadisesi”nin olduğu yılın rebiu’l-evvel ayının pazartesi günü dünyaya geldiği hususunda ittifak etmiştir. Fakat viladetin söz konusu ayın dokuz, on ya da on ikinci günlerinden hangisine tekabül ettiğinde ihtilaf vardır. İbn Dihye rebiu’l-evvelin dokuzuncu günü dünyaya geldiğini, tarihçilerin de bu noktada fikir birliği içerisinde oldukların belirtmek
tedir. Mahmud Paşa da matematik
sel araştırmalarla doğum gününün hicri dokuz rebiu’l-evvel (yirmi nisan 571) tarihine muvafık olduğunu söylemektedir.[4]<!--[endif]--> Doğum günün ihtilaflı olmasından dolayı bazı bölgelerde ihtifalle
rin başlangıç tarihleri senelere göre değişiklik arz etmiştir. Nitekim mevlidle alakalı ihtifali ilk olarak başlatan Erbil’in idarecisi Muzafferu
ddin de kutlamala
rı bir yıl rebiu’l-evvelin sekizinci, diğer yıl ise on ikinci günün gecesinde yapar, böylelikle iki rivayetle de amel etmiş olurdu[5]<!--[endif]-->.
Mevlidin İçeriği
Mevlid; Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem)’nün dünyayı teşrifi, çocukluğu, risaleti, mucizeler
i, ahlakı, evsafı yanında O’na iktida edebilmek için gerekli olan meseleler
i ihtiva eder.
Nitekim Abdullah b. Ravaha, Ka’b. Züheyr, Hassan b. Sabit gibi şair sahabiler de O’nun bu yönlerini anlatır, O’na tazimde bulunurla
rdı. İnşad edilen şiirler, dinleyici
ler üzerinde azim tesirler uyandırır, sahabenin Allah Resulü’ne ittibaı güç kazanırdı.
Sonraki yüzyıllarda gelen müellif ve şairler de mevlid ihtifalle
rinde mevcut geleneği devam ettirdile
r. O’nu anlatan ürünlerini O’na yaklaşma ve şefaatini kazanma vesilesi olarak gördüler. Maddi imkanı yerinde olanlar Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem)’nün doğum gününde insanlara ikramda bulundula
r. O’nunla sevinenle
r, hediyeler
le insanları sevindiri
rler.
Mevlidin Bidat Olduğunu Söyleyenler
Çağdaş selefiliğin mevlidle ilgili kanaatini
n oluşmasında önemli etkisi bulunan Ebû Hafs el-Fâkihânî, Abdulaziz b. Baz, Ebû Bekir el-Cezâirî gibi selefi yazarlar mevlidin bidat olduğunu iddia etmektedi
rler.
Çağdaş selefilik, bidat olarak gördüğü mevlide ilk olarak Fatimiler tarafından ihdas edilmesi, bayram olarak algılanması ve ihtifalle
rde İslami esaslara uyulmaması gibi nedenlerd
en dolayı karşı çıktığını söylemektedir.
İbn Teymiyye
Çağdaş selefiliğin en güçlü referansl
arından olan İbn Teymiyye’nin mevlid ile alakalı tesbit ve görüşü muasır takipçilerine göre daha mutedildi
r. İbn Teymiyye, mevlidle alakalı şöyle demektedi
r: Bazı insanlar mevlidi ya Hz. İsa’nın doğumunu kutlama noktasında Hrıstiyanlara benzemek ya da Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem)’ne duydukları sevgi ve O’nu yüceltmek gayesiyle ihdas etmişlerdir. Yemin olsun ki mevlidi sevgi ve ictihatla
rından dolayı yapanları Allah mükafatlandıracaktır.
Yukarıdaki ifadeleri söyleyen İbn Teymiyye, bidat olarak gördüğü mevlidi ihya edenleri ilahi ecir almalarına rağmen Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem)’nün emrine uyma noktasında gevşeklik göstermekle itham eder. Ona göre mevlidi ihya edenler Mushaf’ı süsleyip de okumayan ya da okuyup ona tabi olmayan kişilere benzemekt
edir.
İbn Teymiyye mevlidi ihya edenlerin bu ameliyele
rinden dolayı sevap kazanmala
rını Ahmed b. Hanbel (rahimehul
lah)’den naklettiği bir fetva ile delillend
irir. Ahmed b. Hanbel’e bazı devlet adamlarının Mushaf’ı süslemek için bin dinar harcadıkları sorulduğunda, kendi mezhebind
e Mushaf’ı süslemek mekruh olmasına rağmen devlet adamlarının uygulamasına karşı çıkılmamasını söyler. İbn Teymiyye, Ahmed b. Hanbel’in; Kur’an’ın tezyinine harcanmay
an fonun gece sohbetler
ini havi kitaplara ya da şiir ve felsefe eserlerin
e sarfedilm
esini önlemek gayesiyle böyle bir fetva verdiğini ifade eder. [6]<!--[endif]-->Görüldüğü gibi, İbn Teymiyye mevlidi çağdaş selefiler gibi bütünüyle gayri meşru ilan etmeyip garip gerekçelerle amel-i salih kapsamında değerlendirmiştir.
Mevlid Bidat İlişkisi
Bidat; öncesi olmayan, sonradan ortaya çıkan şey demektir. Buna göre Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem) ve ashabın yapmadığı, onlar tarafından bilinmeye
n daha sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ameliyele
r bidat kapsamına girer.
Istılahta bidat, kendisind
en uzak durulması gereken dalalet olarak tarif edilir. Tarifin bu şekilde yapılmasının arka planında şu hadisler vardır: “Kim bu bizim dinimizde onda olmayan bir şeyi ihdas ederse o batıldır.”[7]<!--[endif]--> , “Her bidat delaletti
r.”[8]<!--[endif]-->
Bidatla ilgili şeri hüküm tesbit edilirken kelimenin lügat anlamı esas alınırsa hayatın tabi akışı inkar edilmiş olur. Çünkü dünyada sürekli bir değişim yaşanmaktadır. Hayat sürekli yenilenme
ktedir. Bu ilahi bir kanundur. Saadet asrında da olaylar ve onlara bağlı olarak verilen hükümler değişmiştir. Bu dinin temel inanç esaslarına aykırı olmadığı gibi; bizzat dinin, müctehitlerden talebidir
.
İslam “Dinde asıl olan mubahlıktır.” kaidesini vaz ederek değişim alanına giren konuları nasslara aykırı olmama şartıyla meşru addeder.
Tarih boyu hiçbir alim de bidati lügat anlamında kullanıp bu çerçevede hüküm vermemiştir. Nitekim Şatibî bidati şu şekilde tarif etmektedi
r: “Dinde uydurulan, şeriata benzeyen bir yoldur. Ona tabi olmakla şeri disiplind
e amaçlanan şey kastedili
r.” [9]<!--[endif]--> Buna göre bir şeyin bidat olabilmes
i için onu icad eden ya da icra edenin bidati dinin içinde bir unsur olarak görmesi gerekir. Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem)’nün ondan sakındırmasının nedeni de bu tür bir algılamadan kaynaklan
maktadır. Bidatla ilgili yukarıda anlamı verilen hadiste geçen “men ahdese fî emrina haza…” ifadesind
e ki “fî emrina haza” dan maksat da “din”dir[10]<!--[endif]-->.
Dinin sahibi Allah Teala’dır. Onda insanın artırma ya da eksiltme hakkı olamaz. Bidatı icad eden ise Allah’ın dinine onda olmayan unsurları dahil etmektedi
r. Bu yüzden bidat kesin bir dille reddedilm
iştir.
Bidat Sünnet-i Hasene İlişkisi
Bidatın ıstılah tarifi esas alındığında insanın dini ya da dünyevi bir gaye ya da maslahata dönük ortaya attığı fakat dinin aslından ya da hükümlerinden biri olarak addetmediği fiil ve tasarrufl
arın bidat olmadığı görülmektedir. Bu tür fiiller, Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem)’nün ifade ettiği şekilde ya: “sünnetün hasenetün/güzel bir çığır” ya da “sünnetün seyyietün/kötü bir yol” olarak isimlendi
rilir. Efendimiz (sallallah
u aleyhi ve selem) Müslim’in rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmakt
adır: “Kim İslam’da güzel bir çığır (sünneten haseneten) açar da, kendisind
en sonra onunla amel edilirse, o kimseye bu çığırla amel edenlerin ecri kadar sevap yazılır, hiç birinin ecrinden de bir şey eksilmez. Kim de İslam’da kötü bir yol açar (sünnetün seyyietün) kendinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye açtığı bu yolla amel edenlerin günahı kadar yazılır, hiçbirinin günahından da bir şey eksilmez[11]<!--[endif]-->.
İnsana ait fiiller ve tasarrufl
arın bidat kavramı dışında kalanları, ilahi emir ve yasaklarl
a çatışırsa haram ve mekruh gibi muhtelif başlıklar altında toplanırlar. Bu tür mevzuların sonradan ortaya çıkmalarıyla önceden var olmaları arasında bir fark yoktur.
Eğer mevlid şeri hükümlere ne karşı ne de muvafık bir konumda değilse bu durumda ihtiva ettiği hükümlerin sonuçlarına bakılır. İslam’ın riayet etmeyi gerekli kıldığı “zaruraâ-ı hamse” başlığı altında toplanan “din, hayat, akıl, nesil, mal” gibi hususlard
an birinin gerçekleşmesini temin ediyorsa bu, “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Bu da kendi içerisinde maslahatı gerçekleştirme sürecinde kendisine duyulan ihtiyaç nisbetind
e mendub, vacip gibi isimler alır. Eğer bu beş husustan birini yıkmaya ya da zarar vermeye matuf olursa bu durumda “sünnetün seyyietun” başlığı altına girer. Kötülüğü de, zararı nisbetind
e farklılık arz eder. Bazen mekruh bazen de haram olur. Eğer her tür zararlard
an uzaksa mübah addedilir
.
Buna göre bidati ikiye ayırıp birine “seyyie/kötü” diğerine ise “hasene/iyi” demek İslami kabullerl
e çelişir. Çünkü bidat peygamber dilinde “dalaletti
r.” Ayrıca bidat dinde artışı ya da ona yeni şeyler izafe etmeyi gerektiri
r. Bazı alimlerin “bidat-ı hasene” şeklindeki ifadeleri ise mecazi anlamdadır. Onlar gerçekte bununla “es-sünnetu’l-hasene” yi kastetmek
tedirler[12]<!--[endif]-->.
Müslümanların belli münasebetler çerçevesinde idrak ettikleri hicri yılbaşı, İsra-Miraç, Mekke’nin Fethi, Bedir Gazvesi, Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem)’nün mevlidi gibi ihtifalle
r “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Çünkü bunlar netice itibariyl
e maslahattırlar. Bu ihtifalle
rdeki anma ve anlama ameliyele
ri ile müminlerin yürekleri yeniden var olur. Kur’an-ı Kerim okuma, ayetleri tefekkür, tezekkür gibi şarinin zamana bağlı olmaksızın emrettiği ameliyele
r daha yoğun bir şekilde yapılır.
Mevlid ve ona benzeyen ihtifalle
r dinin özüne dahil birer unsur olarak algılanmadığından bidat kapsamına da girmezler
. Çünkü adettirle
r. Adet dinin esasına dahil olmadığından terki durumunda bir şey gerekmez. Dinin esasını teşkil eden unsurlard
an biri terk edildiğinde ise mükellefler günahkar olur.
Tarihi Arkaplan
Çağdaş selefilik, mevlidin tarihi arka planını reddedilm
esinin nedenleri arasında zikreder. Onların iddiasına göre mevlid, Fatimi Devleti’ne dayanır. İlk mevlid ihtifali hicri 362 yılında Kahire’ye gelen el-Muizlidinillah tarafından ramazan ayında okutulan altı mevlidle icra edilmiştir. El-Muizlidillah söz konusu mevlidler
i Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem), Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve mevcut halife için okutmuştur. İlerleyen yıllarda Fatimiler mevlidler
de çeşitli etkinlikl
er düzenler, mevlid sahibi için hutbeler irat ederlerdi
.
Suyutî mevlidi ilk olarak ihdas edenin Fatimiler değil Erbil hükümdarı Muzaffer (Ebû Said) olduğunu söylemektedir. Suyutî mevlidler
de yanında büyük alim ve sufileri de bulundura
n Muzaffer’le alakalı Ebu’l-Hattab İbn Dihye’nin “et-Tenvîr fî Mevlidi’l-Beşîri’n-Nezîr” adını koyduğu bir kitap telif ettiğini de zikreder[13]<!--[endif]-->.
Babasının vefatından sonra h. 563 yılında devlet başkanı olan Muzaffer’in mevlid ihtifali ile alakalı değerlendirmelerde bulunan İbn Hallikân yapılanları vasf etmenin güç olduğunu söyler. Çevre illerden toplanan fakih, sufî, vaiz ve karilerde
n oluşan geniş halk kitlesi muharrem ayından rebiu’l-evvelin ilk günlerine kadar Erbil’e akın ederlerdi
. Her yıl tekrar eden bu uygulamanın sonunda insanlara hediyeler de verilirdi[14]<!--[endif]-->.
Deliller
Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem) tarihteki büyük dini hadiseler
le yaşadığı zamanı irtibatla
ndırır, hadiseler
in muayyen tarihleri geldiğinde de meseleyi canlı bir şekilde tezekkür ederdi. Medine’ye hicret ettiğinde Aşura günü Yahudiler
in oruç tuttuklarını görünce sebebini sormuş; “Bu Allah Teala’nın Firavun’u boğup Musa’yı kurtardığı gündür. Allah’a şükür olarak oruç tutmaktayız.” cevabını alınca, “Biz Musa’ya sizden daha yakınız.” deyip kendi oruç tutmuş, ashabına da tutmalarını emretmiştir[15]<!--[endif]-->.
Bilindiği üzere, kulun Allah’a şükrü, secde, oruç, sadaka, Kur’an-ı Kerim okumak gibi çeşitli ibadetler
le olur.[16]<!--[endif]--> Yahudiler Hz. Musa’nın kurtulması ve Firavun’un boğulması nimetini onlara ihsan eden Allah’a oruç tutarak fiili şükürde bulunmuşlardır. Müslümanlar da onlar için en büyük nimet olan Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem)’nün mevlidini çeşitli ibadetler
le Allah’a şükrederek ihya etmektedi
rler. Bazı alimler, mevlidin Hz. Musa ile ilgili hadiseye uygunluk arz etmesi için Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem)’nün viladetin
in tesbit edilmesi ve şükrün özellikle o gün izhar edilmesi gerekir, demektedi
r. Fakat şükrün ifasını gerektire
n ibadetler için bir gün söz konusu olmadığından mevlidi de gün ile sınırlamak doğru olmaz.
Allah Resulü (sallallah
u aleyhi ve sellem) pazartesi günü tuttuğu orucun gerekçesini açıklarken: “Bugün dünya geldim.[17]<!--[endif]-->” demiştir. Buna göre Mevlid-i Nebi’yi ilk ihya eden, o gün oruç tutarak Allah Teala’ya şükreden Resul-i Ekrem’dir.Günümüzde Müslümanların mevlid ihtifalle
ri şekil açısından kısmi farklılıklar arz etse de Aşure ve pazartesi günleri Efendimiz’in tuttuğu oruçların gayesi ile tamamen örtüşmektedir. Zira hepsi ilahi rızayı celbetmek için îfa edilmekte
dir.Kur’an-ı Kerim Müslümanlara İslam’ın ulvi değerleriyle meşru ölçüler çerçevesinde sevinmeyi tavsiye etmektedi
r: “De ki: ‘Allah’ın lütuf ve rahmetiyl
e; yalnız bunlarla sevinsinl
er.[18]<!--[endif]-->’” Allah Teala müminlere “rahmet”le sevinmele
rini emretmekt
edir. Efendimiz (sallallah
u aleyhi ve sellem), şu ayetin delalet ettiği gibi bizzat rahmettir: “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” Nitekim İbn Abbas “rahmet” kelimesin
i Muhammed Mustafa olarak tefsir etmiştir.[19]<!--[endif]--> Müminler Allah Resulü’nün varlığıyla her dem mesrur olur. Fakat doğduğu ay ve gün sürur daha yoğun bir şekilde yaşanır.
SELEFİLİK İTİKADI 1. BÖLÜM SONU