|
MUTEZİLE MEZHEBİ İLE İGİLİ KONULAR İÇİN LÜTFEN AŞAĞIDAKİ LİNKİ TIKLAYINI Z
http://www.google.com.tr/#hl=tr&gs_nf=1&cp=8&gs_id=u&xhr=t&q=MUTEZ%C4%B0LE+mezhebi&pf=p&output=search&sclient=psy-ab&oq=UTEZ%C4%B0LE+&gs_l=&pbx=1&bav=on.2,or.r_gc.r_pw.r_qf.&fp=eaa96ac22472f8e0&biw=1600&bih=775
http://www.mehmedkirkinci.com/index.php?s=article&aid=359
Mûtezile Mezhebi Yazar: Mehmed Kırkıncı, 07-7-2010
Mûtezile mezhebine kısa bir bakış: Sahâbe devrinden sonra, tefrika meydana getirerek Ehl-i Sünnet itikadından ayrılan fırkalardan biri de Mûtezile’dir. Bu mezhebin meydana çıkışı şöyle olmuştur. Tabiînin (Sahâbe-i Kirâm Hazretler ini gören mü’minler) en büyüklerinden olup, zahirî ve bâtınî ilimleri şahsında toplayan Hasan-ı Basrî Hazretler i’nin Vasıl İbn-i Atâ isimli bir talebesi vardı. Bir gün Hasan-ı Basrî Hazretler i’nin huzuruna gelen bir zât, Haricîleri kastedere k, “Zamanımızda bir cemaat ortaya çıktı ki, onlar günah-ı kebâiri işleyenlere kâfir hükmü veriyorla r. (Günah-ı Kebair diye adlandırılan ve günahlık derecesi noktasında birbirind en farklı bulunan büyük günahlardan yedisi, Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği şu hadis-i şerifte beyan edilmiştir:“Yedi helâk ediciden sakının: Allah’a şirk koşmaktan, sihir yapmaktan, haksız yere adam öldürmekten, yetim malı yemekten, harpte cepheden kaçmaktan ve iffetli hanımlara iftira etmekten” İbn-i Abbas da günah-ı kebairin yetmişe yakın olduğunu söylemiştir.) Bu hususta kanaatini z nedir?” diye sorduğunda, Hasan-ı Basrî Hazretler i cevap vermeye başlamadan, Vasıl İbn-i Atâ atılarak, “Bana göre günah-ı kebâiri işleyen ne mü’mindir, ne de kâfirdir. Çünkü mü’min olsa günah-ı kebâir işlemez. İman hakikatle rine inanan kimseye de kâfir denilmez” şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine, Hasan-ı Basrî Hazretler i, “Bu bizim itikadımızdan i’tizal etti (ayrıldı),” buyurdula r. Bu olaydan sonra, Vasıl İbn-i Atâ’nın fikrinde olanlara, i’tizal edenler mânâsına Mûtezile lâkabı verildi.B u fırkanın Ehl-i Sünnet inancından ayrıldıkları dört ana mesele vardır: 1- Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını kabul etmezler. 2- Kaderi inkâr ile küfür, şer, zulüm ve sair isyanları Rabb-i Celil’in takdir buyurmadığını ve yaratmadığını iddia ederek, “Kul fiilinin hâlikıdır (yaratıcısıdır),” derler. 3- Küfür ile iman ortasında üçüncü bir mertebeni n daha bulunduğuna inanırlar. Onlara göre, büyük günahları işleyen bir kimse, iman ile küfür arasında kalır, ne mü’min, ne de kâfir olur. 4- Cemel ve Sıffîn muharebel erinde iki taraftan birinin mutlaka haksız olduğunu ve tâyin etmemekle birlikte bu haksız tarafın fâsık olduğunu ileri sürerler. Mûtezile fırkasının ef’al-i ibâd konusunda ki itikadlarının esası şöyle özetlenebilir: Cenâb-ı Hak, insanları kendi fiillerin i icat edebilece k bir irade ve ihtiyâra sahip kılmıştır. İnsanların böyle yaratılması, o Hakîm-i Zülkemâl’in adaletini n muktezasıdır. İnsanlar ancak kendi ihtiyarî fiillerin in yaratıcısı olmakla, fiillerin den mesul olabilir veya mükâfat görebilirler. Hayır ve şer kulun isteğine bağlıdır. Cenâb-ı Hakk’ın mülkünde, dilemediği şeyler de olur. Cebriyeci lerin cüz’î iradeyi inkâr ile herşeyi kadere havale etmesine karşılık, bu fırka mensupları da insanların mesul olmaları için kendi fiillerin i icad etmeleri gerektiği fikrini benimseye rek “Kul fiilinin hâlikıdır” diye bâtıl bir fikre sapmışlardır. Ehl-i i’tizâli bu bâtıl yola sürükleyen sebep şudur: Onlar, Cebriyeci lerin aksine, kulun işlediği fiillerde n mesul olacağını kabul etmekle birlikte, insanlard an sudûr eden şerleri Hak Teâlâ’nın yaratmasını, kendi akıllarınca, O’nun azamet ve şânına lâyık görmediklerinden, şer fiilleri kulun yarattığını ileri sürmüşler; bunun neticesi olarak, diğer mübah ve müsbet fiillerin de kul tarafından yaratıldığına ahmakâne hükmetmişlerdir. Bu mezheb sahipleri, Cenâb-ı Hakk’ın sadece ıztırarî, yâni insanın cüz’î iradesi dışında cereyan eden fiilleri yarattığını, ihtiyarî fiillerin ise kul tarafından yaratıldığını iddia ederler. Onlar şerri istemenin ve teşebbüs etmenin şer olduğu, lâkin yaratmanın şer olmadığı hakikatin i anlayamadıklarından bu bâtıl yola girmişler, ayrıca bazı cüz’î şerler altında küllî hayırlar bulunacağını idrak edememişlerdir. Mûtezile mezhebine mensub olan kimseler, Allah-u Zülcelâl Hazretler i’ni şerri yaratmakt an tenzih etmek fikrinden hareket ettikleri halde, kulu fiillerin in yaratıcısı olarak kabul etmekle O Hâlik-i Vahid’e insanlar adedince şerikler koştuklarının farkına varamamışlar ve gafletten kurtulama yarak dalâlette kalmışlardır. Kısaca, bunlar yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşlardır. Ehl-i i’tizâlin, “kul fiilinin hâlikıdır,” iddiasına karşı aklî delilleri, Cebriyeci lerle mukayesel i olarak bahsimizi n sonunda sunacağız. Şimdi bu fırkanın, “Günah-ı kebâiri işleyen imanla küfür arasında kalır,” iddiasına karşı Sa’d-ı Teftazânî Hazretler i Şerhül Akâid adlı eserinde (s,188-192) şöyle cevap vermiştir:
“Mutlak kebire, kendisind en daha büyük günah bulunmaya n küfürdür. Diğer günahlar ise izafîdirler. Kendileri nden büyük olanlara nisbeten küçük, küçük olanlara nisbetle de büyüktürler. İşte, küfürün dışında kalan bu günahlardan hiçbiri, fâilini (işleyeni, yapanı) imandan çıkarmadığı gibi küfüre de sokmaz. İşlediği günahı hafife almamak ve helâl görmemek şartıyla, bir insan şirk dışındaki günah-ı kebâiri işlemekle “fâsık” ismini almakla birlikte, imandan çıkmadığına, öldüğünde üzerine cenaze namazı kılınacağına ve tevbe etmeden ölse de Allah’ın dilerse onu afvedeceğine Ehl-i Sünnet’in ittifakı, hattâ icmaı vardır. Zaten Cenâb-ı Hak, şirkten başka küçük ve büyük günahları kulun tevbe etmesiyle afvedeceğini vaad etmiştir. Nitekim bir ayette Cenâb-ı Hakk’ın tevbe edip düzelenlere karşı gafur ve rahîm olduğu şöyle beyan edilmiştir: “Sizden kim, bilmeyere k bir kötülük yapar, sonra ardından tevbe edip de kendini düzeltirse, (bilmiş olsun ki) şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”33 Mûtezile mezhebine karşı nakli deliller: Cebriyeci ler gibi ehl-i i’tizâlin de ortaya attıkları fikirleri çürüten ve bâtıl olduğunu açıkça gösteren yüzlerce âyet-i kerîme mevcuttur . Bunlardan birkaçını aşağıda sunuyoruz . Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hazretler i, kaderi inkâr edenlere şu âyet-i kerîme ile cevap vermemizi emir buyuruyor:
“Yeryüzünde ve kendi nefisleri nizde uğradığınız hiç bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmada n önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah’a göre kolaydır. Şunun için ki kaybettiğinize gam yemeyesin iz ve size verdiğine de güvenmeyesiniz. Allah çok övünen, kurulanla rın hiçbirini sevmez.” 34 E. Hamdi Yazır bu ayetleri şöyle tefsir etmektedi r:
“Yâni, insanın başına gelen şiddetli hâdiseler ve felâketler Allah’ın ezelî ilminde, Levh-i Mahfûz’da, daha o musibet, yer (dünya) ve nefisleri niz yaratılmadan önce yazılmış bir takdirdir . Allah-u Teâlâ madde ve müddetten münezzeh olduğundan böyle bir takdir O’na gayet kolaydır. Cenâb-ı Hak ezelî ilminde herşeyi takdir etmesi dolayısıyla, sizler kaybettiğiniz dünya nimetleri için Allah’ın takdiri böyle imiş diyerek tesellî bulup sarsılmamalısınız. Diğer taraftan, yine ilâhî takdir dolayısıyla, Allah-u Teâlâ’nın size ihsan buyurduğu nimetleri kendi nefsinizd en bilip gurura kapılmamalısınız. Zira Allah-u Teâlâ, çok iftihar edip kendine güvenen mağrurların, kibirlile rin, kendini beğenenlerin hiçbirini sevmez.” Bu âyet-i kerîme, Mûtezile’nin kaderi inkârına karşı en kuvvetli bir delil olduğu gibi, şu âyeti de Mûtezile’nin “Kul fiilinin yaratıcısıdır” fikrini kesinlikl e çürütmektedir:
“Hâlbuki Allah, sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır.”35 Yine başka bir âyette de şöyle buyrulmak tadır:
“Biz Levh-i Mahfûz’da hiçbir şeyi noksan bırakmadık. Bundan sonra onların hepsi Rablerini n huzuruna çıkacaklardır.”36 Bu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, Levh-i Mahfuz’da hiçbir şeyi noksan bırakmadığını, herşeyi şekli ve büyüklüğüyle, zaman ve mekânıyla, eğer hayat sahibi ise rızkı ve eceliyle, anne ve babasıyla, hülâsa bütün esas ve teferruatıyla tesbit ve tâyin ettiğini, daha sonra bütün hayat sahipleri nin Mahkeme-i Kübrâ’da huzuruna hesap vermek üzere sevk edilecekl erini beyân etmektedi r. Bu âyet kaza ve kaderi inkâr ederek kulun ihtiyarî fiillerin i irade ve kudretiyl e yarattığını iddia eden Mûtezile’ye dehşetli bir tokat vurmakta ve Levh-i Mahfûz’da herşeyin tesbit edildiğini beyân etmekle, herşeyin ilm-i İlâhî’de bir kadere bağlandığını açıkça ifâde etmektedi r. Başka bir âyette ise:
“O kimseler ki, bizim âyetlerimizi inkâr ettiler. Onlar sağırdırlar, dilsizdir ler ve zulümattadırlar. Allah dilediğini şaşırır, dilediğini de doğru yol üzere kılar.”37buyrulm aktadır. Merhum Ömer Nasuhî Bilmen, bu ayeti şöyle tefsir eder:
“Yâni, İslâm dinini kabul etmeyen mânen ölü mesabesin deki kimseler bizim âyetlerimizi yalanladılar. Bunlar küfür cehaleti ve inat bulutları içinde yaşayan birtakım sağır ve dilsizler dir ki, Allah-u Teâlâ irade ve ihtiyârını kötüye kullanıp dalâlet cihetine giden herhangi bir şahsı dilerse idlâl eder (dalâlette kılar), kul onu ihtiyâr ettiğinden dolayı dalâlete düşer. Kimi de hidâyete nâil buyurmak dilerse onu da, hak ve hakikati kabule istidadı olduğu için İslâm dinine nâil ve güzel amellere muvaffak eder.” Ehl-i i’tizâlin, Cenâb-ı Hakk’ın şer ve çirkin şeyleri yaratmadığına inandıklarını ve Hazret-i Allah’ı şerleri yaratmakt an tenzih etmek isterken, şerleri insanların yarattığını iddia ederek dalâlete düştüklerini daha önce belirtmiştik. İşte bu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk’ın dilediğini idlâl edeceği hiçbir tevile imkân bırakmayacak kadar açık olarak beyân edilmiştir. Nitekim Ehl-i Sünnet’e göre, hayır olsun şer olsun, herşeyin yaratılması ancak Hâlık-ı Zülcelâl’e mahsustur . İnsanlar cüz’î iradeleri ni hayır veya şerre kullandıktan sonra Cenâb-ı Hak dilerse hayra teşebbüs eden kimseyi o işte muvaffak eder, dilerse de dalâlete teşebbüs eden kimseyi idlâl eder. Bu âyet-i kerîmedeki sağır, dilsiz ve zulümatta olma tahkirler inden Cebriyeci ler ve ehl-i i’tizâl de bir hisse almaktadır. Şöyle ki, âyette inkâr ettiler buyurulma kla, inkâr edenlerin insanlar olduğu ve Cebriyeci lerin iddia ettiği gibi bir zorlamanın bahis konusu olmadığı ifâde edilmekte ve âyetin sonunda Cenâb-ı Hakk’ın dilediğini idlâl edeceğinin beyânıyla da şerlerin yaratılmasını insanlara isnad eden ehl-i i’tizâlin, hakikatte n ne derece uzaklaştıkları açıkça ortaya konmaktadır. Dolayısıyla, bu iki zümre de âyet-i kerîmedeki tahkirden hissedardır. Kaderi inkâr eden ehl-i i’tizâlin bu bâtıl fikrini çürüten naklî delillerd en son olarak şu iki âyet-i kerîmeyi de kaydedeli m.
“Hiçbir şey yoktur ki bizim yanımızda hazineler i olmasın. Fakat biz onu ancak malûm bir miktar ile indiririz .”38
“Haberiniz olsun ki, biz herşeyi bir kader ile yaratmışızdır.”39 Bu iki âyet-i celileden de anlaşıldığı gibi, herşey daha yaratılmadan evvel, ezelde Allah-u Teâlâ Hazretler i’nin ilminde mukadder (takdir edilen) olan bir kaderi ve bilinen bir haysiyeti vardır ve yaratması da o kadere göredir. Cebriye ile Mûtezile’nin mukayeses i (aklî deliller): Cebriyeci ler insanların fiillerin de cüz’î iradeleri nin hiçbir tesiri olmadığını ve bu noktada insanlarl a cansız varlıklar arasında bir fark bulunmadığını iddia etmekle Cenâb-ı Hakk’ı şerikten ve aczden güya tenzih ederken, daha önce de belirttiğimiz gibi, insanlard an sudûr eden, küfür, şer, zulüm gibi birçok fiilleri O Zât-ı Akdes’e isnad etmekle dalâlete düşmüşlerdir. Ehl-i i’tizâl ise, insanların işledikleri fiillerle mesuliyet in kendileri ne ait olduğunu kabul etmekle birlikte, vazifesi sadece tercih etme, kesbetme olan insan cüz’î iradesind e, ihtiyarî fiilleri yaratabil ecek bir kudret olduğunu tevehhüm etmişler ve Cenâb-ı Hakk’ı şer fiilleri yaratmakt an tenzihe çalışırken O’na şerik koşma dalâletine sapmışlardır. Kulun, fiilini yarattığını kabul etmekle, ihtiyarî fiillerde insanın kader ve kazaya tâbi olmadığına itikad etmişlerdir. Böylece Cebriyeci ler ifrat edip cüz’î iradeyi, ehl-i i’tizâl ise tefrit ile kaderi inkâr etmişlerdir. Bahsimizi bu iki mezhebin cüz’î iradeye bakış tarzlarını bir misâlle izah ederek tamamlaya lım. Bir rıhtımda padişahın gemilerin in dizildiğini ve karşıda iki ada bulunduğunu farzedini z. Padişah, kaptanların sağdaki adaya gitmeleri ni emretmiş ve soldaki adaya gitmeleri ni ise yasaklamış bulunsun. Kaptanlarını emrine itaat hususunda bir imtihana tâbi tutan padişah, soldaki adaya gidenlere de mâni olmasın. Gemiler aynı cihazlarl a donatılmış ve her iki adanın yolu açık tutulmuş olsun. Diğer taraftan, gemilerin seyahat için gerekli her türlü ihtiyacı ve yakıtı yine padişah tarafından temin edilsin. Padişahın emrine uyarak, sağdaki adaya gidenler orada çeşit çeşit sofralarl a, nimetlerl e karşılaştıkları halde, sol adaya gidenler vahşî canavarla rın hücumuna hedef olsunlar ve görevli memurlar tarafından kendileri ne çeşitli cezalar tatbik edilsin. Misâldeki herbir kaptan, padişahın bir dümenci neferi olarak, gemiye rota vermeye ve istediği adaya gidebilme durumunda dır. Bir kaptan hangi adaya gitmek istese gemi onun vereceği rota ile oraya yönelecek ve deniz gemiyi o adaya kadar sırtında taşıyacaktır. Şu noktayı belirteli m ki, kaptan yolculuğun her ânında rotayı değiştirme imkânına sahiptir. Meselâ, sol adaya doğru yol alırken bu kaptan, yolun her noktasında fikrinden dönebilir ve tevbe ederek padişahın istediği, emrettiği istikamet e yönelebilir. Şimdi Cebriye ve Mûtezile’nin bu seyahate bakış tarzlarını inceleyel im: Cebriyeci lere göre, gemiye yön verme hususunda kaptanın hiçbir rolü yoktur. Gemi onun iradesi dışında hareket etmektedi r. Böyle düşünmekle Cebriyeci ler, bir kaptanın idaresind e belli bir yöne doğru giden bir gemi ile fırtınaların önünde sürüklenen kaptansız bir gemi arasında hiçbir fark görmemektedirler. Ehl-i i’tizâl ise, geminin bizzat kaptanın irade ve kudretiyl e hareket ettiğine inanmakla, vazifesi sadece gemiye rota vermek olan kaptanın, binlerce tonluk bir gemiyi hareket ettirecek bir kudrete sahip olduğunu zannetmek tedirler. Kaptanın iradesini tamamen inkâr eden Cebriyeci lerin bu iddiaları ne kadar ifrat ise, kaptanın gemiyi kendi kudretiyl e adaya götürdüğünü iddia eden ehl-i i’tizâlin itikadı da o kadar tefrittir . Ehl-i Sünnet, her hususta olduğu gibi bu meselede de istikamet yolunu takip etmekte ve sözkonusu seyahati şu şekilde değerlendirmektedir: Ne gemi kaptanın irade ve kudretiyl e hareket etmekte, ne de deniz onun iradesiyl e gemiyi taşımaktadır. Bunların hepsi kaptanın iradesi dışında cereyan etmektedi r. Lâkin geminin yönünü kaptan kendi cüz’î iradesiyl e tesbit etmektedi r. Geminin gideceği adayı tâyin eden kaptandır. İşte misâldeki herbir gemi, bir insandır. O iki ada Cennet ve Cehennem’dir. Deniz ise şu kâinattır. İnsan bedeninde ki herbir âza ve hücre, kâinattaki herbir sistem ve küre, O Celil-i Zülcelâl’in irade ve kudretiyl e vazife görmekte ve hareket etmektedi r. Fakat insan, ihtiyarî fiillerin de eli kolu bağlı bir kaptan gibi hâdiselerin denizine atılmış değildir. Vücut gemisinin hareket istikamet ini kendi cüz’î iradesiyl e tâyin ve tesbit etmekte, böylece gideceği menzile kendisi karar vermekted ir. Dip Notlar: 33:En’am Suresi 6/54 34:Hadîd Suresi 57/22-23 35:Sâffât Suresi 37/96 36:En’am Suresi 6/ 38 37:En’am Suresi 6/39 38:Hicr Suresi 15/21 39:Kamer Suresi 54/49
Hasan-ı Basri’nin talebeler inden Vâsıl bin Atâ’nın hocasından büyük bir günah işleyen insanın mümin kalamayac ağı (Günah-ı kebair) hususunda ki bir tartışmadan dolayı ayrılması ile doğmuştur. Hasan-ı Basri’den ayrıldıktan sonra kendisine Vasıl bizden ayrıldı (itizal etti) demiş ve kendisi ile birlikte ayrılan Amr bin Ubeyd ile Vasıl bin Ata başka bir ders meclisi kurmuş ve zamanla bir genel düşünce ve topluluk oluşmuştur.
Mutezile Mu’tezile (Arapça: المعتزلة), İslam dinindeki bir itikâdî mezhep. Mu’tezile kelimesi (i’tezele sözcüğünden türeyerek) ayrılanlar mânâsına gelir. Mutezile mezhebind en olan kişiye mutezili denir. Mu’tezile mezhebi ise kendini ehlü’l-adl ve’ttevhîd (“adalet ve tevhid ehli”) olarak adlandırır.
Özellikle kader ve kaza konularındaki yorumları ve inançları nedeniyle İslâm dinindeki diğer 4 Hak Mezhepten tamamen ayrılmışlardır; İslâm dininin çoğunluğunu oluşturan hanefi, şafii, maliki, hanbeli mezhepler i , Yani bunların geneli olan ehl-i sünnet, Mu’tezile’yi İslam dışı saymaktadır.
Ayrıca Mu’tezile mezhebi akla fazla değer vermesi ve özellikle Abbasiler döneminde felsefe ile girdiği yakın ilişkiler dolayısıyla barındırdığı felsefi metod ve kararlar nedeniyle fazlasıyla eleştirilmiştir. Özellikle de nass (ayet veya hadis) ile akılın çeliştiği noktalard a sıklıkla nassı akla uygun gelecek şekilde yorumlama ları diğer mezhepler de büyük tepki uyandırmıştır. Modern zamanlard aki bazı araştırmacı ve İslam tarihçileri de Mu’tezile mezhebini akla verdiği önem ve metodları bakımından, çeşitli hususlard a rasyonali st olarak tanımlanabilir. Mu’tezile mezhebini n kendi içinde barındırdığı 5 esası vardır, bu esasların ilki olan ve İslâm dininin de ilk esası olan tevhidin bu beş esasın temeli olduğunu öne sürerler.
Çoğu İslam tarihçisine göre mutezilen in ortaya çıkışı Hasan-ı Basri’nin talebeler inden Vâsıl bin Atâ’nın hocasından büyük bir günah işleyen insanın mümin kalamayac ağı (Günah-ı kebair) hususunda ki bir tartışmadan dolayı ayrılması ile doğmuştur. Hasan-ı Basri’den ayrıldıktan sonra kendisine Vasıl bizden ayrıldı (itizal etti) demiş ve kendisi ile birlikte ayrılan Amr bin Ubeyd ile Vasıl bin Ata başka bir ders meclisi kurmuş ve zamanla bir genel düşünce ve topluluk oluşmuştur.
İlk Mutezile mezhenine de bu yüzden Vasıliyye denir.
Bazı İslam alimleri mu’tezile mezhebini n ortaya çıkışı konusunda farklı bir düşünce ortaya atmışlardır. Onlara göre mu’tezile ilk kez dördüncü halife Ali’nin taraftarl arından bir kısmının, Ali’nin oğlu Hasan’ın hilafeti Muaviye’ye devredip Muaviye’ye biat etmesi üzerine, siyaseti bırakarak itikad ile ilgilenme leri sonucu ortaya çıkmıştır.
Mutezile mensupları eserlerin de mezhebin Vâsıl bin Atâ’dan çok önceleri ortaya çıktığını ve birçok ehl-i beytin de mutezili olduğunu iftirasını iddia etmişlerdir.
Mutezile mezhebini n Vasıl bin Ata ile başladığını düşünenler ismi Vasıl’ın Hasan-ı Basri’den ayrılması ile açıklarken, Ali taraftarl arı tarafından Hasan zamanında oluşturulduğunu düşünenler ise Hazreti Ali taraftarl arının siyasette n ayrılıp itikadla uğraşmaya başlamaları ile açıklar.
Bazı İslam alimleri ise mutezile isminin, kader konusunda mutezile ile yakınlaşan bir Yahudi mezhebi olan “Feruşim”in isminin Arapça’sı olduğunu ileri sürmüştür.
http://www.sapitanlar.com/mutezile-mezhebi-ve-ortaya-cikisi/
http://www.filozof.net/Turkce/islam-felsefesi/391-dinin-rasyonel-yuzu-mutezile-mezhebi-ekolu-dusuncesi-akimi-felsefesi-islamda-akilcilik-vasil-bin-ata-islamda-akil-ve-irade-.html
http://tr.wikipedia.org/wiki/Mutezile
Mu'tezile (Arapça: المعتزلة), İslam dinindeki bir itikadi mezhep. Mu'tezile, kelime olarak (i'tezele sözcüğünden türeyerek) "ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler" anlamına gelir. Büyük günah işleyen kimsenin iman ile küfür arası bir mertebede olduğunu söyleyerek Ehl-i Sünnet bilginler inden Hasan-el Basrî'nin (ö. 110/728) dersini terk eden Vâsıl bin Atâ (ö. 131/148) ile ona uyanların oluşturduğu mezhep bu isimle anılır.[1][2] Mu‘tezile ise kendini "ehlü'l-adl ve'ttevhîd" ("adalet ve tevhid ehli") diye adlandırır.[1][2] Mutezile mezhebind en olan kişiye mutezili denir. Özellikle kader ve kaza konularındaki yorumları ve inançları nedeniyle İslam dinindeki diğer mezhepler den ayrılmışlardır; ama yine de İslâm dininin çoğunluğunu oluşturan mezhepler den, Ehl-i sünnet, Mu'tezile'yi İslam dışı saymamakt adır. Akılcı bir mezhep olan Mu'tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i Sünnet'ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. Nitekim Mu'tezile mezhebi, gerek akla fazla değer vermesi ve özellikle de Abbasiler döneminde felsefe ile girdiği yakın ilişkiler dolayısıyla barındırdığı felsefi metod ve görüşleri nedeniyle fazlasıyla eleştirilmiştir. Özellikle de nass (ayet veya hadis) ile akılın çeliştiği noktalard a sıklıkla nassı akla uygun gelecek şekilde yorumlama ları diğer mezhepler de büyük tepki uyandırmıştır. Modern zamanlard aki bazı araştırmacı ve İslam tarihçileri de Mu'tezile mezhebini akla verdiği önem ve metodları bakımından, çeşitli hususlard a rasyonali st olarak tanımlanabilir.[3] Mu'tezile mezhebini n kendi içinde barındırdığı beş esası vardır, bu esasların ilki olan ve İslâm dininin de ilk esası olan tevhidin bu beş esasın temeli olduğunu öne sürerler.[2] Bazı cemaat ve mezhepler bu düşünceye karşı çıkmıştır. Ehl-i Sünnet tarafından kurulan kelâm ilmi hicrî IV. asırdan (miladi 9. yüzyıldan) itibaren ortaya çıkmış olmakla birlikte, bu ilmi ortaya çıkaran etkenler arasında Mu'tezile'nin ayrı bir yeri vardır. Hatta kelâm ilminin Mu'tezile'nin öncülüğünde doğmuş olduğu söylenebilir. Bu mezhep, aynı zamanda iyi bir edebiyatçı ve tefsirci olan Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf (ö. 235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr bin Mutemir (ö. 210/825), Cübbâî (ö. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143) gibi büyük kelâmcılar yetiştirmiştir. Abbâsîler döneminde en parlak günlerini yaşamış olan Mu'tezile daha sonra etkinliğini hatta bir mezhep olma hüviyetini dahi yitirmiştir. Mu'tezile günümüzde başlı başına bir mezhep olarak mevcut olmamakla birlikte Mu'tezile'nin bazı görüşleri Şîa'nın Caferiyye ve Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbadiyye kolunda yaşamaya devam etmektedi r.[1]
Mutezile topluluğunun ortaya çıkışı konusunda çeşitli ihtilafla r vardır. Çoğu İslam tarihçisine göre mutezilen in ortaya çıkışı Hasan-ı Basri'nin talebeler inden Vâsıl bin Atâ'nın hocasından büyük bir günah işleyen insanın mümin kalamayac ağı (Günah-ı kebair) hususunda ki bir tartışmadan dolayı ayrılması ile doğmuştur.[1] Hasan-ı Basri'den ayrıldıktan sonra kendisine Vasıl bizden ayrıldı (itizal etti) demiş ve kendisi ile birlikte ayrılan Amr bin Ubeyd ile Vâsıl bin Ata başka bir ders meclisi kurmuş ve zamanla bir genel düşünce ve topluluk oluşmuştur.[2] İlk Mutezile mezhebine bu sebeple Vasıliyye de denir. Bazı İslam alimleri mu'tezile mezhebini n ortaya çıkışı konusunda farklı bir düşünce ortaya atmışlardır. Onlara göre mu'tezile ilk kez dördüncü halife Ali'nin taraftarl arından bir kısmının, Ali'nin oğlu Hasan'ın hilafeti Muaviye'ye devredip Muaviye'ye biat etmesi üzerine, siyaseti bırakarak itikad ile ilgilenme leri sonucu ortaya çıkmıştır. Mutezile mensupları eserlerin de mezhebin Vâsıl bin Atâ'dan çok önceleri ortaya çıktığını ve birçok Ehl-i beytin de mutezili olduğunu iddia etmişlerdir. Ayrıca Vâsıl'ın hocası olan Hasan-ı Basri'nin de kader konusunda ki görüşleri nedeniyle mutezili olduğunu iddia etmişlerdir. Zira, Hasan-ı Basri'nin kader konusunda ki görüşleri Kaderiyye ve Mutezile mezhepler inin görüşleriyle aynıdır. Her ne kadar Vasıl bin Ata'nın Hasan-ı Basri'den ayrılmasına neden olmuş olsa da, büyük günah işleyenin durumu konusunda Hasan-ı Basri'nin savunduğu görüş mutezilen in görüşüne çok yakındır. Mu'tezile yani ayrılanlar isminin kaynağı konusunda da çeşitli ihtilafla r mevcuttur . Mutezile mezhebini n Vasıl bin Ata ile başladığını düşünenler ismi Vasıl'ın Hasan-ı Basri'den ayrılması ile açıklarken, Ali taraftarl arı tarafından Hasan zamanında oluşturulduğunu düşünenler ise Ali taraftarl arının siyasette n ayrılıp itikadla uğraşmaya başlamaları ile açıklar. Bazı Sünni İslam âlimleri ise Mutezile isminin, kader konusunda Mutezile ile yakınlaşan bir Yahudi mezhebi olan "Feruşim"in isminin Arapça'sı olduğunu ileri sürmüştür. Mutezile Mezhebini n İman Görüşü Mutezile'ye göre iman kalp ile tasdik, dil ile ikrar, ve amelden oluşur. Buna göre Mutezile inancında kişinin mümin yani "inanan" sayılabilmesi için kalbi ile İslâm'a inanması, dili ile bunu beyan etmesi ve hareketle riyle yani amel ile bunu göstermesi gerekir. Aynı iman görüşüne sahip diğer itikad mezhepler i Hariciyye ve Zeydiyye'dir. Ayrıca ünlü fıkıh alimleri İmam Mâlik, İmam Şâfiî ve İmam Hanbel de aynı iman görüşüne sahipti. Mutezile Mezhebini n Esasları Mütezile'de önemli esasların başında Tevhid, Adalet, Va'd ve Vaîd (Söz ve tehdit, kişinin amelinin haliki oluşu), el Menziletu beyne'l-menzileteyn (büyük günah işleyenlerin iman ve inançsızlık arasında bir yerde bulunmala rı), Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münkerin farz-ı ayn oluşu gelir.[2] Ayrıca Kuran'ın mahlukiye ti ve aklın nakle faikiyeti gibi hususlar da mezhep için önemli olan hususlard andır. Tevhid Tevhîd (التوحيد), yani birleme İslâm dini akidesini n temeli olan Allah'ın birliğidir. Mutezile mezhebine mensup olanlar tevhidden yola çıkarak bazı konularda diğer itikadi mezhepler den farklı görüşler geliştirmişlerdir. Örneğin, Ehl-i Sünnet âlimlerinin ruyetulla hı yani Allah'ın ahiret günü görüleceği görüşünü kabul etmemişlerdir. Onlara göre görülebilmesi için Allah'ın bir cisme sahip olması gerekir ki İslâm inancının tevhid kaidesine göre bu imkânsızdır. Bunun dışında Mutezile mezhebini n mensupları yine tevhid kaidesind en yola çıkarak Allah'ın belli sıfatlarının zatından ayrı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü onlara göre bu düşüncenin aksi, yani Allah'ın belli sıfatlarının zatıyla bir olması ezeli (ve böylece ilahi) olanların sayısını arttırır, yani tevhide karşı çıkar. Örnek vermek gerekirse, Mutezile mezhebi "Allah âlimdir." gibi bir tanımlamayı kabul ederken "Allah ilim sahibidir ." gibi bir tanımlamayı reddeder. Zira onlara göre "Allah ilim sahibidir ." derken Allah'ın zatından ayrı bir ilahi-ezeli ilim kabul edilmiş olur. Ayrıca, Mutezile düşüncesi Allah'ın kelâm diye bir sıfatının olmadığına inanır. Adalet Adalet ('Adl, العدل) esasının konusu Mutezile'nin kader konusunda ki görüşüdür. "İnsan fillerind e hür değildir." görüşünü benimseye n Cebriyye mezhebine karşı çıkarak Mutezile "insanın fiillerin de tamamen hür olduğu"na inanır. Mutezile inancındaki adalet esasına göre kişi kendi fillerini kendisi yaratır. Bunu da Allah'ın kişiye bahşettiği bir yaratma kudretiyl e gerçekleştirir. Fiilerin yaratılmasında Allah'ın bir müdahalesi olmadığına inanırlar. Bu görüş adalet esasından şu şekilde temel alır: kişilerin hür olmaması ve yaptıkları her fiilin yaratıcı ve yaptırıcısının Allah olması durumunda kişinin hür olarak yapmadığı hareketle rden ötürü cezalandırılması zulüm yani adaletsiz liktir. İslam inancına göre ise Allah'ın adaletsiz davranması mümkün değildir. Bu nedenle kişi fiilerini n tek yaratıcı ve yaptırıcısı olmalı, fiileri konusunda tamamen hür olmalıdır. Mutezile'nin kader konusunda ki görüşü Kaderiyye mezhebiyl e aynıdır. Mutezile mezhebini n kader konusunda ki bu görüşlerinin imanın şartlarından olan "kader ve kazaya iman"a aykırı düştüğünü gerekçesiyle diğer mezhepler tarafından eleştirilmiş, hatta küfür olarak nitelendi rilmiştir. Söz ve Tehdit Va'd ve Va'id (el-Va'd ve el-Va'id, الوعد و الوعيد) yani "Söz ve Tehdit". Bu Allah'ın vadettiği (söz verdiği) sevap ve iyiliğin, tehdit ettiği cezanın gerçekleşeceğine inanmaktır. Mutezile mezhebini n bu esası bir diğer itikadi mezhep olan Mürcie'ye karşı gelştirilmiştir. Mürcie mezhebi iman etmeyen (kafir) kişinin yaptığı iyilikler fayda vermediği gibi, iman eden kişinin (müminin) yaptığı günahlar da kendisine zarar vermeyeceğini öne sürmüştür. Va'd ve Vaid prensibin e göre ise iyilik yapan iyiliğine karşı mükafatlandırılacak, kötülük yapansa kötülüğüne karşılık cezalandırılacaktır. Mutezile mezhebini n bu esasına göre eğer Mürcie mezhebini n "iman edenin günahları zarar vermez" iddiası doğru olsaydı, Allah'ın vaîd'i yani tehdit etmesi - korkutması gereksiz ve manasız olurdu. Oysa tevhid inancına göre bu mümkün değildir. Bu esas ile Mutezile mezhebi Mürcie'yi tam anlamıyla reddeder. Ayrıca Mutezile mezhebi yine bu esas ile büyük günah işleyen müminin tövbe etmezse affedilem eyeceğini öne sürmüştür. İki Konum Arasındaki Bir Konum "El Menzile beyne'l-menzileteyn" (المنزلة بين المنزلتين) yani iki konum arasındaki bir konum. Bu esas Mutezile mezhebini n "büyük günah işleyen müminin konumu" hakkındaki görüşüyle ilgilidir . Mutezile mezhebine göre büyük günah işleyen bir mümin (iman etmiş kişi) artık ne mümindir ne de kafir, o fasıktır. Mutezile inancına göre büyük günah işleyen mümin fasık olur ve fasık kişi işlediği büyük günahtan ötürü tövbe etmezse cehennemd e azap çeker. Eğer tövbe ederse yeniden mümin olur. Onlara göre fasık mümin ile kafir arasında bir konumdadır, bu esasın adı olan "iki konum arasındaki bir konum" da buradan gelmekted ir. Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker "Emr-i bi'l ma'rûf" yani iyiliği emretmek ve "nehy-i anil münker" yani kötülükten sakındırmak (الأمر بالمعروف و النهي عن المنكر). Mutezile mezhebini n bu esasına göre kişi itikadi ve ameli konularda insanlara iyiliğe çağırmalı, iyili yaymalı, kötülüğe karşı ise sakındırmalı, uyarmalıdır. Bu esastan yola çıkarak Mutezile mezhebi mensupları uzun yıllar boyunca birçok farklı görüşten, mezhepten ve inançtan insanla tartışmış, hatta zaman zaman tartışmalara şiddet ve kavga da karışmıştır. Mutezile mezhebine göre bu beş ana esasın birine veya daha fazlasına inanmayan kişi mutezili olamaz. Mutezile mezhebi Ehl-i sünnet vel cemaat dışı kabul edilir ve Ehl-i sünnet ile pek çok noktada farklılıklar arzeder. Bunlardan en önemlileri, kulun amelinin haliki oluşu, iman amel münasebeti, aklın nakle faikiyeti, Kuran'ın mahlukiye ti gibi hususlardır. Yöntem ve Felsefeni n Mutezile'ye Etkisi Mutezile mezhebi akla, özellikle dönemin diğer itikadi mezhepler ine oranla, fazla değer verirdi. İslam tarihçisi Muhammed Ebu Zehra bu hususu şu şekilde tarif etmiştir: "Akıl ile bilinmesi imkânsız olan konular dışında aklî hükümlere dayanırlardı."[4] Mutezile mezhebi akıl ile naklin (Kuran ve sünnet) çelişir gözüktüğü durumlard a ve konularda, nakli akla uygun şekilde tevil eder, yani yorumlarl ardı. Akla büyük önem vermeli nakle tamamen teslimiye ti savunan alimler ile çatışmalarına yol açmıştır. Mutezile akla önem vermesi ile "emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker" esası gereğince kelâm ilminin doğuşunda büyük rol oynamıştır. Mutezile'nin akli hükümleri esas alışı Emevileri n son dönemlerinde ve Abbasiler döneminde Hint ve Yunan düşüncesinin İslami kesimde yayılması ile gelişmiş ve farklı bir yön almıştır. Hint ve Yunan felsefesi nden fazlasıyla etkilenen Mutezile, bu felsefele rden yeni metodlar üretmiştir. Zamanla Hint ve Yunan felsefesi yle yakınlık arz eden çeşitli felsefi hükümler de üretmeye başlamışlardır.
http://www.enfal.de/orta08.htm
MU'TEZILE MEZHEBI
Islâm'da ilk zuhur eden ve akideleri aklin isiginda izah edip temellend irmeye çalisan büyük kelam ekolünün adi. Lügatta, "uzaklasma k, ayrilmak, birakip bir tarafa çekilmek" gibi anlamlara gelen "i'tizal" kelimesin in ism-i fail sigasinda n meydana gelen çogul bir isimdir. Müfredi, "mu'tezilî"dir. Kelime, hemen hemen ayni anlamlard a Kur'ân-i Kerim'de de geçmektedir: "Eger bana iman etmezseni z benden ayrilin, çekilin" (ed-Duhân, 44/21); "Ben sizden ve Allah'tan baska taptiklar inizdan ayrildim" (Meryem, 19/48; ayrica bk. el-Kehf 18/16, en-Nisâ, 4/90).
Mu'tezile'ye bu ismin hangi sebeple verildigi hususunda çesitli görüsler ileri sürülmüstür:
Bu konuda en yaygin kanaat, devrin en büyük alimi sayilan Hasan el-Basrî (öl. 110/728) ile Mu'tezile'nin kurucusu Vâsil b. Ata (öl. 131/748) arasinda geçen su olaya dayanmakt adir. Hasan el-Basrî'nin, Basra camiinde ders verdigi bir sirada bir adam gelir ve büyük günah isleyenin bazilari tarafinda n kâfir olarak vasifland irildigin i, günahin imana zarar vermeyece gini iddia eden bazilari tarafinda n ise tekfir edilmeyip mü'min sayildigi ni söyler ve bu mesele hakkinda kendisini n hangi görüste oldugunu sorar. Hasan el-Basrî verecegi cevabi zihninde tasarlark en, ögrencilerinden Vâsil b. Ata ortaya atilir ve büyük günah isleyen kimsenin ne mü'min ne de kâfir olacagini, bilakis bu ikisi arasinda bir yerde, yani fasiklik noktasind a bulunacag ini söyler. Halbuki, Hasan el-Basrî büyük günah isleyenin münafik oldugu kanaatind eydi. Iste bu hadiseden sonra Vâsil b. Ata, Hasan el-Basrî'nin ilim meclisind en ayrilir (bir rivayete göre de hocasi tarafinda n dersten uzaklasti rilir) ve arkadasi Amr b. Ubeyd (öl. 144/761) ile birlikte caminin baska bir kösesine çekilerek kendisi yeni bir ilim meclisi olusturup görüslerini anlatmaya baslar. Bunun üzerine Hasan el-Basrî, "Vâsil bizden ayrildi (Kadi'tezele anna Vâsil)" der. Böylece Vâsil'in önderligini yaptigi bu gruba mu'tezile adi verilir (Abdulkeri m es-Sehristanî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, I/48; Abdulkâhir el-Bagdadî, el-Fark Beyne'l-Firak, Çev. E. Ruhi Figlali, Istanbul 1979, s. 101, 104).
Mu'tezile ismini bu görüs etrafinda temellend irmeye çalisanlara göre, bu isim onlara muarizlar i tarafinda n verilmist ir. Çünkü onlar, "Ehl-i sünnetten ayrilmisl ar, Ehl-i sünnetin ilk büyüklerini terketmis ler, dinin büyük günah isleyen kisi (mürtekib-i kebîre) hakkindak i görüsünden ayrilmisl ardir. Takilan bu isim onlarin bu tutumunu gösteriyordu" (Irfan Abdülhamit, Islam'da Itikadî Mezhepler ve Akaid Esaslari, Çev. M. Saim Yeprem, Istanbul 1981, s. 94).
Mu'tezile mezhebini siyâsî ve itikadî olmak üzere ikiye ayiran ve ikincisin i birincisi nin devami sayan bazi ilim adamlarin a göre bu isim, çok daha önceleri mevcuttu. Bunlara göre, Hz. Osman'in sehit edilmesin den sonra meydana gelen Cemel ve Siffin savaslari nda tarafsiz kalip, savaslara katilmaya nlar, Mu'tezile'nin ilk mümessilleridir. Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Ömer, Muhammed b. Mesleme ve Usame b. Zeyd gibi bazi kimseler meydana gelen savaslard a her hangi bir tarafi desteklem eyip, olaylarda n uzak durmayi (itizali) tercih etmislerd i. Bu nedenle bunlara, "ayrilanla r bir kenara çekilenler" anlaminda Mu'tezile denmistir .
Diger bir görüse göre ise, Vasil b. Ata mürtekib-i kebîre konusunda icma-i ümmete muhalefet ettigi için, ona ve taraftarl arina bu ad verilmist ir. Mu'tezile'ye bu ismin verilmesi nin sebebi, onlarin bu dünyadan el etek çekip, bir tarafa çekilerek zahidane bir hayat sürmelerinde arayanlar da vardir (I. Abdülhamit, a.g.e., s. 94 vd.; Kemal Isik, Mu'tezile'nin Dogusu ve Kelâmî Görüsleri, Ankara 1967, s. 52 vd.)
Mu'tezile mezhebi, kaynaklar da daha degisik isimlerle de anilmakta dir. Fiillerde irade ve ihtiyari insana verip, insani fiillerin in yaraticis i kabul ettikleri iç:n el-Kaderiyye; Ru'yetullah, Allah'in sifatlari ve halk-i Kur'an gibi meseleler de Cehm b. Safvan'in görüslerine katildikl ari için el-Cehmiyye Allah'in bazi sifatlari ni kabul etmedikle ri için de Muattila olarak zikredilm islerdir. Fakat onlar bu isimleri kabul etmeyip, kendileri ni Ehlul-Adl ve't-Tevhîd olarak vasifland irmislard ir (Bekir Topaloglu, Kelâm Ilmi, Istanbul 1981, s. 170; Kemal Isik, a.g.e., s. 56 vd.).
Mezhebin Dogusunu Hazirlaya n Faktörler ve Tarihî Seyir:
Islâm'da itikadî meseleler in gündeme gelip tartisilm asina sebep olan ve neticede itikadi mezhepler in dogusunu hazirlaya n çesitli faktörler vardir. Bunlar ayni zamanda, bir itikadî mezhep ve yeni bir düsünme biçimi olan Mu'tezile mezhebini n dogmasina da zemin hazirlami stir.
Bu faktörlerin basinda, müslümanlar arasinda zuhur eden ihtilaf ve çekismeler yer almaktadi r. Çok ciddi boyutlara ulasan bu ihtilafla r neticesin de bir takim yeni meseleler ortaya çikmis ve tartisilm aya baslanmis ti. Bu meseleler için teklif edilen çözümler, itikadi firkalari n dogmasina neden olmustur. Müslümanlar arasinda hararetle tartisila n meseleler den birisi de mürtekib-i kebîre'nin durumu idi. Haricîler, mürtekib-i kebîre'nin kâfir oldugunu iddia ederken, Mürciîler, mü'min oldugunu iddia ediyorlar di. Vâsil b. Ata ve taraftarl ari ise, meseleye "el-menzile beyne'l-menzileteyn* (iki yer arasinda bir yer)" prensibiy le yeni bir çözüm sekli teklif ediyordu. Yaygin olan rivayete göre, bu çözüm önerisi ile Mu'tezile mezhebi ortaya çikmis oldu. Bu durumda Mu'tezile, müslümanlar arasinda zuhur eden yeni meseleler e yeni bir bakis açisini ifade etmektedi r.
Mu'tezile'nin dogusuna zemin hazirlaya n amillerde n birisi de, Islâm dininin fetih politikas iyla ilgilidir . Müslümanlar çok kisa bir zaman zarfinda Arap Yarimadas ini asarak bir çok ülkeyi kendi topraklar ina kattilar. Degisik kültür ve dinlere mensup olan bu ülkelerin ilhaki ile, bir takim yeni problemle r ortaya çikti. Bu ülke halklarin dan Islam'i kabul edenler yaninda etmeyenle r de vardi. Kabul etmeyenle r mensup olduklari dinlerin savunmasi ni yaparken, kabul edenler de, eski kültürlerinin etkisinde n tamamen kurtulami yorlardi. Köklü bir geçmise sahip olan Yahudilik, Hristiyan lik, Seneviye, Zerdüstlük gibi din ve görüsler, zaman içerisinde müesseselesmis ve belli bir savunma mekanizma si da gelistirm islerdi. Islâm dini için henüz böyle bir mekanizma mevcut degildi. Çok geçmeden müslümanlarla tartismay a dalan yabanci unsurlarl a basedebil mek için güçlü bir diyalekti k (cedel) yönteme ihtiyaç vardi. Iste bunu hisseden ve bu dogrultud a yöntem gelistirm eye çalisan ilk alimler Mu'tezilîler olmustur. Mu'tezile, yabanci kültürlerden de istifade ederek Islâm düsüncesine Kelâm metodunu getirmist ir. Gayri müslimlere karsi Islam'i savunma ve akideleri aklî bir platformd a degerlend irme yolundaki takdire sayan Mu'tezilî gayret Islam düsüncesine yeni bir renk katmistir .
Mu'tezilî düsüncenin temel esprisi; Islâm akaidini aklî tefekkür zeminine oturtmak ve akilla çatistigi anda nassi aklin istekleri dogrultus unda tevil etmektir. Naklî düsüncenin yaninda, zaman içerisinde aklî düsüncenin de tesekkül etmesi; akli rehber kilan bir zümrenin ortaya çikmasi tabii bir durumdur. Bu durum, dinlerin normal seyri içerisinde tabii ve zorunlu bir merhaleni n ifadesidi r. Islam düsüncesinin bu merhalesi nde aktif rol oynayan ve dolayisiy la felsefi düsünceye ve yeni ilimlere ragbet gösteren ilk kisiler Mu'tezilîler olmustur (Irfan Abdülhamit, a.g.e., s.121 vd.; Bekir Topaloglu, a.g.e., s. 171; Kemal Isik, a.g.e., s. 28; Muhammed Ebu Zehra, Islam'da Siyasi ve Itikadi Mezhepler Tarihi, Çev. E.Ruhi Figlali, Osman Eskiciogl u, Istanbul 1970, s.180 vd.).
Iste bu ve benzeri sartlar altinda Mu'tezile cereyani Hicri birinci asrin sonlariyl a ikinci asrin baslarind a Vâsil b. Ata ve Amr b. Ubeyd'in önderliginde Basra'da ortaya çikti. Genelde kabul gören görüse göre, Mu'tezile akimi Vâsil b. Ata ile Hasan el-Basrî arasinda geçen tartisma neticesin de ortaya çikmistir.
Mu'tezilî düsüncenin Basra'da ortaya çikisindan yaklasik bir asir sonra Bisr b. el-Mu'temir (öl. 210/825) baskanlig inda Bagdat Mu'tezile ekolü de tesekkül etti. Temel prensiple r itibariyl e ayni görüsleri paylasan bu iki ekol mensuplar i arasinda teferruat la ilgili bir çok görüs farklilig i da vardir. Vâsil b. Ata, Ebu'l-Huzeyl el-Allâf (öl. 235/850), Ibrahim en-Nazzâm (öl. 231/845), Ebu Ali el-Cübbâî (öl. 303/916), el-Câhiz (öl. 225/869) gibi Mu'tezilîler Basra ekolüne; Bisr b. el-Mu'temir, Sümame b. el-Esras (öl. 213/828), el-Hayyat (öl. 298/910) gibi Mu'tezilîler de Bagdat ekolüne mensuptur .
Terceme faaliyetl eri çerçevesinde Islâm kültür dünyasina kazandiri lan yeni eserlerle birlikte, siyâsî etkenleri n de tesiriyle giderek güç kazanan Itizal akimi kisa zamanda devlet ricalini de cezbeder duruma geldi ve daha Emevîler döneminde bile halifeler düzeyinde kabul gördü.
Bu mezhep bir fikir hareketi olarak Abbâsîler döneminde gelisip yayginlik kazandi. Abbasî halifeler inin Mu'tezile'ye karsi tutumlari genelde müspet olmustur. Harun er-Resîd döneminde (170-193/786-808) saraya kadar nüfuz etmis olan Mu'tezilî düsünce, altin çagini el-Me'mun (öl. 218/833), el-Mu'tasim ve özellikle el-Vâsik'in hilafetle ri esnasinda yasamisti r. Bu halifeler döneminde Mu'tezilî görüs devletin resmi mezhebi durumuna gelmis, Mu'tezile âlimleri de devlet ricâli nezdinde en muteber kisiler olarak saygi ve itibar görmüslerdir. Mu'tezile âlimleri, bu dönemlerde, halifeler i kendi düsünce ve kanaatler i dogrultus unda yönlendirdikleri gibi, kendileri de devletin yüksek kademeler inde mevki sahibi olmuslard ir.
Mu'tezile'nin devlet otoritesi ve resmi mezhebi haline geldigi, yaklasik 198-232/813-846 yilllarin i kapsayan bu dönem, Ehli sünnet âlimleri ve müslüman halk açisindan ve izdirabin hüküm sürdügü bir dönem olmustur. Mu'tezile doktrinin i devletin resmi görüsü olarak benimseye n, devrin hükümdarlari el-Me'mun, el-Mu'tasim ve el-Vâsik, bununla yetinmeyi p resmi organlar vasitasiy la halki da bu görüsleri kabullenm eye zorladila r. Özellikle, Kuran-i Kerim'in yaratildi gini varsayan (Halku'l-Kur'ân'i* Mu'tezîli görüsün devlet eliyle zorla kabul ettirilme ye çalisildigi bu dönem, Islâm mezhepler i tarihinde "mihne" olarak bilinmekt edir. Basta Ahmed b. Hanbel (öl. 241/855) olmak üzere, resmi düsünceye karsi çikan pek çok Islâm âlimi, bu tutumlari ndan dolayi mahkûm edilip iskenceye maruz kaldilar.
Bir tür Engizisyo n anlamina gelen "mihne" el-Me'mun'dan sonra, el-Mu'tasim ve el-Vâsik dönemlerinde de siddetini artirarak devam etti (Macid Fahrî, Islâm Felsefesi Tarihi, Çev. Kasim Turhan, Istanbul I987, s. 54).
Baslangiçta hür düsüncenin savunucus u olarak ortaya çikan Mu'tezile, bu halifeler döneminde tam aksi bir pozisyond a bulunmust ur. Mu'tezile'nin parlak dönemi ve dolayisiy la "mihne" hadisesi, el-Vâsik'in ölüp yerine el-Mütevekkil (247/861)'in geçmesiyle son buldu. Mu'tezilî düsünce daha önce el-Mehdî ve el-Emîn'in halifelik dönemlerinde de hüküm giyip cezalandi rilmisti. Fakat asil darbe el-Mütevekkil'den geldi. Mu'tezile Mütevekkil'in hilafetiy le devlet kademeler inden kovuldu ve giderek gerilemey e basladi. Bu mezhep, sonraki asirlarda Büveyh ogullari ve Selçuklu sultani Tugrul Bey dönemlerinde ragbet görmüsse de bir daha eski itibarina kavusamam istir (Kemal Isik, a.g.e., s. 59 vd.; Bekir Topaloglu, a.g.e., s. 183; M. Ebu Zehra, a.g.e., s. 182).
Mezhepler tarihi kaynaklar i, Mu'tezile'nin çöküsünü hazirlaya n sebepler arasinda, "mihne" hadisesin i, Mu'tezile'nin akla ifrat derecede önem vermesini ve bu arada el-Es'arî ile el-Matüridî'nin öncülügünde Ehl-i Sünnet ilm-i kelâminin zuhur etmesini göstermektedirler (Irfan Abdülhamid, a.g.e., s.125; B. Topaloglu, a.g.e., s. 183).
Mu'tezile'nin Metodu ve Kelamî Görüsleri:
Islâm'da akaid esaslarin i aklin isigi altinda ele alip degerlend iren, meseleler e aklin ölçüleri dogrultus unda çözüm getirmeye çalisan ilk düsünürler, Mu'tezile ve onlarin selefleri olan Kaderiyye ve Cehmiyye'dir. Mu'tezile âlimleri, akaid meseleler inin çözümünde, daha önceki Islâm âlimlerinin yaptigi gibi, sadece nakille yetinmeyi p akla da önem vermis, hattâ naklin yeterince açik olmadigi ve önceki Islâm âlimlerinin susmayi tercih ettigi konularda tek otorite olarak akli kabul edip te'vil yoluna gitmistir . Selefiyye tarafinda n siddetle elestiril en bu yeni yaklasim tarzinin adi Kelâmî metottur. Mu'tezilîler, benimsemi s olduklar Kelam metodu ile, akideleri kendileri ne has bir üslupla degerlend irip, Ehl-i sünnet ögretisinin disinda farkli kanaatler e ulastilar . Bu nedenle, Mu'tezile,ehl-i bid'at firkalari arasinda zikredilm ektedir (el-Bagdâdî, a.g.e., s. 100).
Mu'tezile doktrinin in esasini teskil eden ve bütün Mu'tezile alimlerin ce benimsene n bes temel prensip (elusûlü'l-hamse) vardir:
1-'Tevhid: Mu'tezile'nin en temel ilkesi olan tevhid anlayisi, bütün Islâm düsüncesinin de temelini olusturma ktadir. Sadece Mu'tezile'ye göre degil, bütün Islâm mezhepler ine göre önemli bir prensip olup bu, Allah birdir, esi ve benzeri yoktur, ezeli ve ebedîdir anlamina gelir. Bu konuda Mu'tezile'yi digerleri nden ayiran husus, Allah'in sifatlari na dair tartismal arda ortaya çikmaktadir. Mu'tezile'ye göre Allah'in en önemli iki sifati "birlik" ve "kidem"dir. Mu'tezile Allah'in sifatlari ni kabul eder, fakat bu sifatlara Allah'in zatinin disinda bir varlik hakki tanimaz. Onlara göre "Allah âlimdir" demek dogru; "Allah ilim sahibidir" demek ise yanlistir . Çünkü ilim, sem', basar gibi, sifat-i maânînin kabulü, kadim varliklar in çokluguna (taadüdü kudemâ) delâlet eder. Halbuki tek kadim varlik vardir. O da Allah'tir.
Mu'tezile, sifatlar konusunda kendisini ehlu't-Tevhîd olarak isimlendi rirken, Ehli sünnet âlimleri tarafinda da Muattila (Allah'in sifatlari ni inkâr edenler) olarak vasifland irilmisti r.
2- Adalet (el-Adl): Mu'tezile'ye göre, insan tamamen hür bir iradeye sahiptir ve fiillerin in yegâne sorumlusu odur. Yapmis oldugu iyilik de kötülük de kendisine aittir. Bu nedenle yapmis oldugu iyi amellere karsi mükâfaat, kötü amellere karsi da ceza görecektir. Eger kulun fiillerin de Allah'in bir müdahalesi olsaydi, o zaman kul yapmis oldugu fiillerde n mesul olmazdi. Çünkü bu durumda bir zorlama (cebr) sözkonusu olurdu. Insani, zorlama altinda yapmis oldugu fiillerde n sorumlu tutmak ise zulümdür. Bu, Allah'in adaleti ile bagdasmaz . Çünkü Allah en âdil varliktir .
3- Iyi amellerde bulunanla rin mükâfatlandirilmasi, kötü amellerde bulunanla rin cezalandi rilmasi (el-Va'd ve'l-Va'îd): Güzel amellerin mükâfatla kötü amellerin de ceza ile karisik görmesi kaçinilmazdir. Bu nedenle Allah, adâletinin bir geregi olarak, iyi amellerde bulunan kullarini cennetle mükafatlandiracagini (el-va'd); kötü amellerde bulunan kullarini ise Cehenneml e cezalandi racagini (el-va'îd) bildirmis tir. Allah'in, bunun aksini yapmasi, bu sözünden vazgeçmesi mümkün degildir. Mü'min, mutlaka Cennete; büyük günah isleyipte tevbe etmeden ölen kimse ise mutlaka Cehenneme gidecekti r. Allah'in adaletini n geregi budur. Mutezile, bu görüsü ile sefaati reddetmis tir.
4- el-Menziletü beyne'l-Menzileteyn (Iki Yer Arasinda Bir Yer):
Bu prensip, büyük günah isleyen kimsenin imanla küfür arasinda bir yerde, yani fasiklik noktasind a bulunacag ini ifade eder. Bu görüs, büyük günah isleyeni kâfir sayan Hâricîlerle, mü'min sayan Mürcie mezhepler i arasinda mütevassit bir görüsü temsil etmektedi r.
5- Iyiligi emretmek kötülükten Nehyetmek (el-emru bi'l-ma'ruf ve'nnehyu ani'l-münker): Mutezile, toplumda hak ve adaletin saglanmas i ve ahlâkî yapinin saglikli olabilmes i için, her müslümanin iyiligi emredip, kötülügü yasaklama sini gerekli görmektedir (el-Bagdâdî, a.g.e., s. 100 vd.; Kemal Isik, a.g.e., s. 67 vd.; M. Ebu Zehra, a.g.e., s.174 vd.; B. Topaloglu, a.g.e., s.174 vd.; I Abdülhamid a.g.e., s. 105 vd.; es-Sehristani, a.g.e., I, 43).
Yasar K. AYDINLI
|